Evet, geçti... Babalar Günü bitti... Ama benim aklımda o kadar yer etti ki... Sizinle paylaşmadan edemedim...
Eyvah! Bu kızın ağzından ilk çıkan sözcük ne ‘anne’ olacak ne ‘baba...’
Bence o sözcük ma-ce-ra olacak, ma-ce-ra!
Yemin ederim, bu kelimenin manası biliyor.
Ya da hissediyor.
Çünkü ana-kız, ne zaman bir delilik yapacaksak, özel bir şey paylaşacaksak, kulağına kısık sesle bu kelimeyi fısıldıyorum.
O bizim ana-kız parolamız:
‘Ma- ce- ra... Ma- ce- ra...’
*
Anlamasa bile...
Anlayışlı kızım, anlarmış gibi yapıyor.
Heyecanlanıyor.
Ellerini birbirine çırpıyor.
En güzel sesiyle, dudak pırtlatma hareketi yapıyor.
Bunun efektini yazmam çok zor, affedin, ama siz biliyorsunuz zaten.
Ve gülüyor.
Alya’nın gülmesi demek, gözlerinin tamamen çizgi haline gelmesi demek. Aynen benim gibi. Benimkiler de güldüğümde kaybolur. Yani gözlerimiz kapalı, ana-kız gülüyoruz karşılıklı...
*
İstanbul’daysak mesela...
Artık ben de bütün anneler gibi, horozlardan önce ayaktayım..
Ev halkı en tatlı uykularındayken Alya ve ben çabucak giyiniyoruz, birbirimize bakarak ‘Şşşşt...’ diyoruz, ‘Sessiz ol... Kaçıyoruz şimdi... Herkesten kaçıyoruz... Biz Boğaz’da macera yaşamaya gidiyoruz...’
Haliyle yaşı itibarıyla arıza yaratabilecekken, ıh-ıh, tık yok, Alya ‘macera’ söz konusuysa acayip uyumlu davranıyor.
Kucağımdan muzip muzip dünyaya bakıyor.
Bir elimde puset, bir elimde kızım, parmak uçlarında evi terk ederken, yine parolamızı fısıldıyorum kulağına: ‘Ma-ce-ra... ma-ce-ra.’
Bu kez çok sevindiği için olsa gerek, kıkırdıyor.
Çocuk doğurmanın en güzel yanı, şahane bir ortağınızın olması...
Ben suç ortakları sadece sevgililerden çıkar zannederdim, yooo, hiç de öyle değilmiş, pekálá insanın çocuğu da suç ortağı olabiliyor.
4.5 aylık (evet o kadar büyüdü!) olması da, hiçbir şey değiştirmiyor!
*
Macera sadece Boğaz’da yürümek değil, şimdi Dubai’de, Alya, ben ve ev halkı bir başka maceraya hazırlanıyoruz...
Alya’yı gümüş bir tepsiye yatırmaya çalışıyoruz.
Direniyor.
Önce normal konuşuyorum:
‘Alya’cım iki dakika sabret be güzelim, seni soyacağız, gümüş tepsiye yatıracağız, babaya Babalar Günü hediyesi diye sunacağız...
Ama akşama...
Şimdi değil, şimdi prova yapıyoruz...
Niye izin vermiyorsun?
Zaten tosuncuk oldun, hiçbir tepsiye sığmıyorsun.
Gülşen Hanım, bir büyüğünü deneyelim. Bu da küçük geldi...’
İnoka... Where is other tray... The bigger one...’
Dur Alya’cım, dur kıpırdanma...’
Alya tabii ki haklı olarak sinir yapıyor, aslında bu yazıyı yazarken ona hak veriyorum, aradan zaman geçti, ama onu tepsiye yerleştirmeye çalışırken hiç de öyle değildi, itişip kakışıyorduk ama o kadar şeker bir manzaraydı ki, kendimizi gülmekten alamıyorduk...
‘Aman be Alya’ diyorum, ‘Babaya en güzel hediye sensin. Mızıkçılık yapma. Yat şu tepsinin içine, daha orana burana fiyonklar bağlayacağız.’
Hiç oralı değil.
Birden aklıma geliyor, parolamızı, sihirli kelimeyi söylüyorum kulağına:
‘Ma-ce-ra... Ma-ce-ra...’
A aaaaaaa!
Yemin ederim işe yarıyor.
Bu kız ‘ma-ce-ra’ lafını duydu mu akan sular duruyor.
Gözlerini kocaman kocaman açıyor, gülüyor.
O andan itibaren de Babalar Günü sürprizi için bizimle suç ortaklığı yapmaya başlıyor.
Dubai’nin en sevdiğim yanlarından biri uzun yaz öğlenden sonraları.
Muziplik yapmak için ideal.
Ben de bu Babalar günü fırsatını kaçırmamaya niyetliyim.
*
Sevgilim, memleket hasreti çeken bütün Türkler gibi bizim yemeklerimizi özlüyor, ben İstanbul’dayken, telefonda içini çekerek, ‘O kadar uzun zaman oldu ki kuru fasulye yemeyeli’ demesin mi?
Desin.
Aşkım benim, istediğin kuru fasulye pilav olsun!
Dönüşte malzemelerini yanımızda getiriyoruz.
Yani nedir onlar?
Kuru fasulye. Olayın esası.
Pastırma. Olaya lezzet katar. Aslında et getirecektik ama utandık. Olur da, gümrük de sorarlar- morarlar, cevap veremeyiz diye.
Pirinç. Hiç abartıyorum zannetmeyin, bizim etlerimiz gibi pirinçlerimiz de farklı!
Turşu. Kıyas kabul etmez, benzersizdir Türk turşusu.
Ve tabii ki bir adet kırmızı soğan.
Babalar Günü için menümüz hazır.
Pastırmalı kuru fasulye, pilav ve turşu.
Evet romantik olmayabilir.
Ama fonksiyonel!
*
Herkes görev başınaaaa!
‘Hedef’, olay mahaline yaklaşıyor...
Oğluş, İnoka, Gülşen Hanım, Alya ve gümüş tepsi hazır.
İnoka hariç hepimiz evin içinde belli yerlere gizleniyoruz.
Saklambaç oynuyoruz sanki.
Maksat ebelenmemek.
Heyecanlıyız.
Alya da öyle ama tuhaf bir şekilde uslu ve anlayışlı duruyor.
Oysa, itiraz etmesi için her türlü neden var.
Ama o kadar şeker ki tepsinin içinde, çıplak bedenine sardığımız kırmızı kurdelelerle hediye paketi gibi duruyor. Görseniz yersiniz. Ve sürekli gülüyor. Babaya sunulmayı bekliyor.
Ben mutfaktayım, sota bir yerde, olanı biteni kayda almak için kamerayı hazır tutuyorum, bu arada hem Alya hem Gülşen Hanım, hem de İnoka arasındaki koordinasyonu gözlüyorum.
Şampanyayı da kadehlere dolduruyorum.
Kısacası operasyonun sorumlusu benim.
Ve işte ‘hedef’in arabası garaja giriyor.
Her şey provasını yaptığımız gibi ilerliyor.
10, 9, 8, 7, 6, 5, 4, 3...
Kapı çalıyor.
Sevgilim ve karşısında İnoka duruyor.
‘Sen hálá gitmedin mi İnoka?’
‘Yok Sir buradayım, içeri girmeden gözünüzü bağlamalıyım...’
‘Hayrola?’
‘Bu bir sürpriz, konuşmamam gerekiyor.’
‘ Madam yine kötü emellerine sizi alet mi ediyor? Peki bağla bakalım...’
Biz daha henüz sesimizi çıkarmıyoruz.
Mevcudiyetimizi belli etmiyoruz.
İnoka, ‘hedef’i kanepenin köşesine oturtuyor.
Kamerayı çalıştırmaya başlıyorum.
İnoka soruyor: ‘Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?’ Hedef, cevap veriyor: ‘Başıma gelecekleri bilmiyorum, biraz heyecanlıyım.’ ‘Haziranın üçüncü pazarı sizin için ne ifade ediyor?’ ‘Babalar Günü.’ ‘Peki kızlarınız sizin için ne ifade ediyor?’ ‘Benim için ikisi de dünyadaki en değerli şey...’ Tabii aslında bu bölümün, yumuşak, şurup gibi geçmesi gerekiyordu, ama İnoka rolünü o kadar ciddiye aldı ki, soruları öyle bir polis şefi edasıyla sordu ki, ben bile irkildim...
Elimdeki çekim resmen bir belgesel tadında oldu.
Ve muhteşem an geliyor...
Gümüş tepsi içindeki Alya’yı babasına sunuyorum.
İlk tepkisi ‘Ne yapmışlar benim kızıma?’ oluyor.
‘Gel aşkım buraya’ deyip, onu bir güzel kurdelelerinden kurtarıyor.