Adı bende saklı o adamla, adada

Ayşe ARMAN
Haberin Devamı

Bayram tatilim muhteşemdi.

29 yaşında cenneti gördüm, cenneti. Sekiz gün boyunca, Hint Okyanusu'ndaki o adanın, değil yatmaya, bakmaya bile kıyamadığım kumsallarına, tüm giysilerinden sıyırdığım bedenimi (ben onu soydukça bir görseniz nasıl mutlu oluyor, banyo yapmaya can atan çocuklar gibi iki elini çırpıyordu) ödünç bırakıyor, palmiye ağaçlarından ona abilik yapmalarını rica ediyor, ‘‘Bu şimdi fazla kalır güneşte, herşeyin bayılır da fazlasını yapmaya, bütün gün yüzmesin, akşam gelip alacağım’’ diyordum.

Bir de ellerine 30 koruma faktörlü bir adet güneş kremini tutuşturuyordum. Meyveleri ağır gelen hindistan cevizi ağaçlarını da, ürkek bedenime bir muzurluk yapmamaları için uyarıyordum.

Onların bazısının kafası suda...

Ama genel olarak akılları havada biliyor musunuz?

Elindeki lastik topu, ortada makul bir sebep yokken kafanıza atan yaramaz veletler gibi cevizlerini bırakıyorlar oranıza, buranıza.

Tüm bu çabalardan sonra da, içim rahat, gün boyu, adı bende saklı bir adamın peşine takılıp, ruhumu gezdiriyordum. Adı bende saklı olan o adam da, bedenini nazikçe, benim bedenimin yanına bırakmış oluyordu, biz iki ruh oradan ayrılıyor, o yeşil adayı keşfe çıkıyorduk.

Ama uzaklaşırken görüyorduk:

Gülüştüklerini, sırtlarına güneş yağı sürdüklerini, yeşil-cam göbeği mavi sularda yüzdüklerini, ayıp ama kimseye çaktırmadan nesli tükenmek üzere olan deniz kabukları topladıklarını, sonra yorulduklarını kendilerini hamaklara atıp tembel tembel sallandıklarını, olur olmadık yerde birbirlerine dokunduklarını, enerji toplayıp ardından her türlü su sporlarını yaptıklarını, acıkınca kabuklu deniz ürünleri yediklerini, o yemyeşil adada ata bile bindiklerini...

Tropik iklim iyi geldi.

Sadece bedenlerine değil ruhlarına da. Ferahladı. Hani ruh sıkılır ya, tuhaftır Mauritius'da onların ruhu genişledi.

Her tarafı şeker kamışı kaplı adanın tarlalarına karıştı, rüzgarla birlikte volkanik dağların kayalarına ulaştı, kraterlerin üzerinde dolaştı, tehlike, kötülük o adada yoktu, varsa bile, uyuyordu derinlerde, onlar hissetmediler bile, pek bir keyifliydiler, yüzlerce yıllık dev ağaçların gölgesinde dinlediler, botanik bahçelerden çıkmak bilmediler, ağaçların altında öpüştüler.

Ruhları hafifti...

O adadaki göllerin üzerindeki nilüferlerin bile taşıyabileceği kadar hafif.

*

Nisan ayların en zalimidir.

Bayram tatilim rezalet geçti.

Tarifsiz bir ağırlık, hüzündü benimki. Adı bende saklı o sevdiğim adama rağmen, karşılığı olmayan bir yalnızlıktı hissettiğim. Nasıl söylesem acı? Yok. Belki de korku. Beni tamamen içine alan bir korku.

İnsanın tüm hayatı boyunca kabuslar ve karabasanlar görme kontenjanı kaçtır acaba?

Var mıdır bunun sayısı?

Silin bundan sonra yaşamam gerekenlerin bir kısmını:

Çünkü Tanrı'nın önce orayı sonra cenneti yarattığını söyledikleri Mauritius'da ben yeteri kadar kabus gördüm.

Kuş cıvıltılarına, neredeyse her bir yaprağından baharat üretilen o güzelim ağaçlara, insanı öldürmeyen, yaşlandırmayan, aksine gençleştiren ve dirileştiren o iyi huylu güneşe, bedeninizi gıdıklayan denizden gelen güzel kokulu melteme, rağmen iyi hissetmiyordum. Ürkektim. Ben, bu tatilde, benden başka herşeye benziyordum. Ölüm başka hiçbir şeye benzemiyor.

Burnunda nefes borusu bile varken espri yapmayı ihmal etmeyen, borunun ucuyla ‘‘Ben fil oldum’’ diyerek ziyaretçilerini seven, oysa kanser olduğu için günden güne küçülen kuşa dönen, ‘‘Sizi seviyorum’’ dediğim, ‘‘Tatile gidiyorum aman ha ben dönünceye kadar ölmeyin’’ diye tabii ki ekleyemediğim, aslına bakarsanız buna ihtimal de vermediğim o adam...

Aslan amcam...

Ölüverdi.

Ve o andan itibaren çok evvel zamanlarda sulardan çıkıp oluşan, çünkü bir volkanik ada olan Maritius, benim için tekrar sulara gömülmeye başladı.

*

Allah'tan yanımda adı bende saklı olan, o adam vardı. O su gibiydi, dibe doğru giden beni, kaldırıyordu...

Hayatı kolaylaştırıyordu.

Ben o olsam beceremezdim, bir kere o tuhaf rüyaları, kopmuş kafaları, elinde büyük yemek çatallarıyla dolaşan zebani hikayelerini, dördüncü günden sonra dinlemeyi keserdim.

O kesmedi, sabırla dinledi.

Akşam yemeğinde ‘‘Söylesene bu çatalları masadan kaldırsınlar’’ dediğimde gülmedi, itiraz etmedi, ‘‘Zaten bu karidesler elle yenince bir başka oluyor’’ dedi.

Bir ara hatırlıyorum, ben orada, (dibe vurmuşken hep öyle yaparım, elimdeki paranın satın alabileceği her abuk sabuk şeye saldırırım) bir obje krizine yakalandım, elime aldığım her aksesuar o güne kadar gördüklerimin en iyisi, en güzeliydi.

Bu da. Bu da. Aaaa o da! Ya şu?

Yani ben dayanılmazdım.

Oysa, adı bende saklı olan adam mükkemmeldi.

*

Siz öyle sanın.

O adı bende saklı adam, bana o güzelim adada neler yaptı.

Bir kere, bir daha asla adını yazmamam konusunda bana bir ültimaton çaktı!

Yani pes.

Peki ben ne yazacağım dedim.

Anlamıyor musun, sen benim sermayemsin diye ekledim.

Sonra lafı çevirdim:

Sen kaybedersin!

Ama üstelemedim.

Tamam öyle olsun...

Biz farkında değilmişiz de, çoktan 27 yıllık evli çiftlerin ruh haline girmişiz, o adı bende saklı adamla. Fena, fena! İlk kavga sandviçler yüzünden koptu. Olay şuydu: Ben kahvaltıya iniyorum, beyefendi uyuyor, ben ona da sandviç hazırlıyorum, beyefendi uyanıyor, biz adanın kuzeyini gezmeye gideceğiz de, arabada yiyecek!

Birden dedi ki, ‘‘Bu sandiviçin içinde tek jambon var’’.

‘‘Evet’’ dedim, ‘‘Bir dilim de peynir, yetmez mi?’’

Yetmezmiş.

Biz o andan itibaren tüm insanları iki kategoriye ayırdık:

a) Tek kaşarlı tostçular

b) Çift kaşarlı toştçular

Adı bende saklı adam, çift kaşarlı'lardanmış, yatılı okul yıllarından beri ne zaman tost yese çift kaşarlı yermiş, hamburgerinin bile double burger olmasını istermiş. Her zevkimiz farklı bu adamla. Ben ise hayatta çift kaşarlı tost yemem, yiyenlerden de hazzetmem, obur gelirler, sanki onlar elindekilerle yetinmezler, hep, hep, daha fazlasını isterler...

İkinci kavga action filmleri yüzünden koptu...

Yani aklınız alıyor mu, biz cennetteyiz ve akşamları otel odasında ‘‘Speed 2’’, ‘‘Die Hard’’ gibi abuk sabuk filmler seyrediyoruz. Ben değil o. Ve inanın onbeşe yakın action filmi seyretti Mauritius'da.

Üstelik hepsini daha önce seyretmişti.

Elinde uzaktan kumanda, adam otel odasında..

Ben ölmeyeyim de kim ölsün?

Sonra o cep telefonu.

Ve içindeki yılan oyunu...

Sürekli onunla oynuyor, beni hasta ediyordu.

Orada çektirdiğimiz orada fotoğrafları bastırınca cennette bir kıyamet daha! Ben fotoğraf çekmesini bilmiyormuşum, çok kötü çekiyormuşum, kasıtlı mı yapıyormuşum. Bu kavganın nedeni: Fotoğraflarda benim, adı bende saklı adamdan daha güzel çıkmam. Tabii ki gerçeği söyledim:

Ben iyi çekiyorum da, kemaranın gördüğü çirkin, ne yapalım!

Kaç saatimiz gitti bunun için, hadiii yeni fotoğraflar çekilmeye başlandı, netice aynı. Bundan benim suçum ne? Bu Allah'ın yarattığı. Uzun gayretlerden sonra bu sorunu aşıyoruz, insanın sevgilisinin kendisinden daha fazla yanmasına bozulan bir adam var mıdır:

Evet vardır, adı bende saklı...

Bu kadar mı?

Yerlilerden hoşlanmıyor, yürümekten hoşlanmıyor, sıradan pazar yerlerinden nefret ediyor, ben girersem benden utanıyor, ‘‘Oradan aldığını Türkiye'de giymeye kalkarsan seni tanımamazlıktan gelirim’’ diyor. Ve daha bir sürü şey oluyor. Ama görüldüğü gibi cennette de hayat iyi ve kötü diye ikiye ayrılıyor. Tüm bunlar çelişki gibi gelmesin size, Marituis adasına ve adı bende saklı adama dair okuduklarınızın hepsi doğru.

Yanlış olan benim.

Yazarın Tüm Yazıları