Ne olduysa, nasıl olduysa...
Bütün hayallerimi tek tek gerçekleştirmeye başladım.
Size bir şey söyleyeyim mi?
Artık korkmuyorum da...
İçimden ne geliyorsa...
İç sesim neye
"Tamamdır" diyorsa...
Yapıyorum.
*
En büyük hayallerimden biri...
40 olmadan
Nihat Odabaşı’na
"baştan çıkarıcı bir kadın" olarak poz vermekti.
Sevgilime sordum:
"Yapabilir miyim?"
"Ben senin baban değilim, benden izin almana gerek yok!" dedi.
"Yooook yemezler!" dedim.
"Hiçbir şeyden korkmuyorum ama seni kaybetmekten korkuyorum. Kontrollü bir kontrolsüzlük yaşamak istiyorum o kadar..."
Güldü.
"Sonra da o fotoğrafları yatak odamıza asacaksın di mi?"
"Evet" dedim, "Sen benim beynimi okuyorsun!"
"Yap ama seks fotoğrafları olmasın, seksi fotoğraflar olsun..." dedi.
Sözünü ettiği ayrım, bayağılık ve samimiyet arasındaki ince çizgi gibi bir şeydi.
"Tamamdır" dedim.
Yine de kendime güvenemedim.
(İtiraf ediyorum, ben bazen bayağılıktan da hoşlanıyorum)
"
Nihat’ın pespaye bir şey yapmasına olanak yok, ama fotoğraflar senin de onayından geçsin, öyle verelim
Hello’ya" dedim.
Ekledim: "Yine de bir sürü insan, sevgilisi nasıl izin vermiş diyecektir..."
"Desinler, umurumda değil" dedi, "Seninle birlikte olmaya karar verdiğim gün, bir sürü şeyi göze almam gerektiğini biliyordum..."
*
Ve macera böyle başladı.
Her gün posta kutumda yeni bir fotoğraf buluyordum.
Nihat’tan.
Onunla çalışmanın baştan çıkarıcı tarafı da bu.
Siz ne kadar çekim öncesi bu fotoğrafları kafanızda pişiriyorsanız, o da pişiriyor.
Siz ne kadar heyecanlanıyorsanız, o da heyecanlanıyor.
Hatta sizden daha fazla...
Çekime, kafasında mutlaka bir konseptle geliyor.
Fotoğrafları çekeceğimiz güne kadar tonlarca fotoğraf yolladı bana.
Charlize Theron’den
Sharon Stone’a,
Kate Moss’tan
Jennifer Aniston’a kadar...
Bir sürü ikonun, siyah beyaz fotoğrafı...
Bir de
Peter Lindbergh’in kadınlarını gösterdi.
Sonra da dedi ki, "Git bir kitapçıya,
Sante D’Orazio’nun albümlerinden birini al. Kafamda seni öyle çekmek var."
"Yani nasıl?" dedim.
"Sanki kuaför yok, makyöz yok. İnanılmaz doğal ve duru fotoğraflar... Ama aynı zamanda kışkırtıcılar."
Bir de tanışmış o adamla.
Los Angeles’ta...
"İnsana tuhaf bir duygu geçiyor sizin fotoğraflarınızdan" demiş.
"Hepsiyle sevişmişim gibi mi?" demiş
Sante D’Orazio.
Nihat gülümsemiş.
Adam da,
"Bir iki tanesi hariç evet!" demiş.
Nihat, "Öyle mahrem fotoğraflar ki, sanki sadece ikisi var. Sanki başka kimse yok. Bizimkilerin de öyle olmasını istiyorum" dedi ama...
Çekim günü buluştuğumuzda "Bu ne ya!" dedim...
Mahrem kareler ha!
Size evdeki kalabalığı anlatamam...
Prodüktör
Ergin...
Nihat’ın üç asistanı,
Onur, Erhan ve
Serhat...
Dijital ekipmandan sorumlu
Ali...
Makyajcı
Kürşat...
Stylist
Yasemin...
Kuaför
Ali...
Bizim
Leman...
Sonra
Hello’dan
Figen...
Ve paraflaşlar, yansıtıcılar, jeneratörler...
Fotoğraflara daha uzaktan ve puslu ve perde aralığından seyrediliyormuş hissi vermek için çamur ve vazelinle kirletilmiş bir cam...
Yani ordu gibiler ve dudak uçuklatan bir teknolojik donanımla geliyorlar.
Çekilen her fotoğrafı da anında laptop’da görüyorlar. Anlayacağınız, kamera arkası fotoğraflarda görünen yalınlıkla hiçbir alakası yok.
Ali, saç için koşturuyordu...
Kürşat, beni doğal görünen hale getirmek için bilmem kaç saat boyuyordu...
Yasemin giysilere karar vermeye çalışıyordu...
Leman fırında kaşarlı simit yapıyordu...
O simitleri bile
Nihat’tan korka korka yiyorduk...
*
Çünkü esas olarak sadece
Nihat var.
Bir insanı hasta edebilecek kadar, hayatın ortasında duruyor.
Her şeyin ortasında.
Nasıl bir ego aman Allah’ım.
Ben
Hıncal Uluç’ta ego var zannederdim, Nihat’la tanışmasını öneririm.
Yasemin’le seçtiğimiz elbiseleri beğenmiyor, "Bunlar rüküş!" diyor.
"Peki tamam" diyoruz.
Asistanlarına kızıyor. Saçıma karışıyor. "Yapılı bir saç bu, kirletin" diyor.
Her şeyin doğal ve sade olmasını istiyor.
Makyaja karışıyor.
"Makyajı azaltın" ya da "Ruju silin, bu kadına ruj yakışmıyor..."
Aman Allah’ım fotoğraflarımı çekerken bana da bağırıyor!
"Benimle ilgilen, bana konsantre ol, sevgiliymişiz gibi bak, kollarını kaldır, ellerini kulaklarının arkasına götür, boynuna dokun, kendine dokun..."
Ve ve ve...
Bir an geliyor...
Yok hayır, kızmıyorsunuz...
Sinirlenemiyorsunuz da...
Adam, o kadar çalışıyor...
O kadar kendinden geçiyor...
O kadar tutku içinde iş üretiyor ki...
Hayranlık duyuyorsunuz...
Gerçekten.
O ne söylerse yapıyorsunuz...
Ve ona, yüzde 100 teslim oluyorsunuz.
Ben öyle oldum.
*
Bence onunki bir tür ruh hastalığı.
Çünkü çekim bittikten sonra bile sadece çektiği fotoğraflar üzerine konuşmak istiyor.
O fotoğraflarla yatıp kalkıyor.
İnanılmaz titizleniyor.
Uyduruk iş yapamıyor.
Şişiremiyor.
"Kendi kurallarım" diyor, başka bir şey demiyor.
Düşünebiliyor musunuz, bazen sayfa sayısını bile o belirliyor.
Ama
Hello’nun 5’inci yılıydı, bu çekime zaten epey yer ayıracaklardı.
Ama 16 sayfa yapacaklarını duyunca ben de "Yok artık daha neler!" dedim.
Bu arada...
Ben de halá...
Fotoğrafların hepsini görmedim...
Hello’cular da görmedi...
Nefeslerimizi tutmuş posta kutumuza düşecek fotoğrafları bekliyoruz...
Nihat, tek tek ucundan gösteriyor...
Bir yamuk olmasın diye bir şey de diyemiyorum, sağı solu belli olmuyor 0çünkü...
Gördüklerimi çok sevdim.
Siz de seversiniz inşallah...
Nihat Odabaşı’nın objektifinden
Ayşe Arman...Ben kendimi başka bir kadın olarak gördüm. Bu da Nihat Odabaşı’nın ustalığı, master’lığı. Senin içindeki başka seni çıkarıp karşına koyabiliyor. Ben de sizlerle birlikte, kendimi, başka biriymişim gibi seyrediyorum. Fotoğrafların gerisi ve Figen Nalan Özkan’ın röportajı, çarşamba günü Hello’nun 5’inci yıl özel sayısında...