Paylaş
Babam yiyecek içecek alışverişine çok düşkündü. Eve hiçbir şeyin kaçağını sokmadı hayatı boyunca. (Piyasada bulunmayan tabasco soslar, en acı hardallar ve baharatlar dışında…)
Alışverişe çıktığı zaman eve elinde neyle döneceği hiç belli olmazdı.
Bıldırcınlar, denizde yaşayan en korkunç böcekler; onun işkembesi, bunun yumurtası gibi.
İçlerinde tek yakınlık duyduklarımız canlı pavuryalardı. İki kardeş asla yenmelerine izin vermezdik. Bir kova suyun içine koyar, besler ve yaşatmak için çaba gösterirdik. (Bir nevi, yeme de yanında yat durumu.)
Gel zaman git zaman bu kadar gırtlağa düşkün bir evde yetişen genç kızın da durumu bundan pek farklı olmadı. Evlendikten itibaren aklını mutfakla bozdu. Varsa yoksa yemek yapmak, yeni tatlar keşfetmeye çalışmak… Ay millet gelsin yemek yesin.
Bütün param mutfağa gitmekteydi. Gündüzleri kocamı işten arar ve “Hayatım bu gece deniz mahsullü spagetti mi yoksa pazı yaprağında incik mi?” diye sorardım. Ama galiba artık bu durum kabak tadı vermişti. Kocam artık “Ne olur yemek yapamadım deeeee ya da bana! Bir makarna haşla şöyle tada tada yoğurtla yiyim.” diye başlamıştı söylenmeye…
Daha sonraki zamanlarda evladımızın da doğumuyla beraber, imkanlarımızın da el vermesiyle yurtdışı seyahatlerimizin sayısı çoğaldı. Karılı kocalı gittiğimiz yurtdışı seyahatlerinde hiçbir zaman hanımlarla aynı mağazaları gezmedim ben. Onlar Gucci’ye, ben markete. Onlar kıyafet satın almaya, ben tabak çanağa. İlk önce soslar ve değişik peçetelerle sınırlı kalan alışverişlerim, devamında Amerika’dan Frenk sarımsağı taşımaya, Paris’ten -10 derece soğukta sabahın 6’sında mezatlardan gümüş tabaklar toplamaya kadar ilerledi. Eşimden zılgıt yememek için bavula son dakika tıktığım sarımsakları, kereviz saplarını, muz yapraklarını ben bilirim. Hatta işi daha da ilerlettim. Londra’ya yalnız yaptığım bir seyahatte Harvey Nichols’un yemek katında dolanırken bir baktım ki, hakiki Fransız tavuğu satılmakta. Çok lezzetlidir ve adı tavuk yazmasa rahatlıkla hindiyle karıştırabileceğiniz büyüklüktedir. Gittim geldim ve dedim ki, “Ayşe sen bunu almadan eve dönemezsin!” Kaptım iki tane. Uçağa bir gün kala, yalvar yakar onları vakumlattım, otelin dolabına da koydurttum ve eve sağsalim getirdim. Ertesi gece de misafir çağırdım. Bu arada en az 2 tane almak zorundaydım; çünkü 2 ayrı sosumu o tavuklarda denemeliydim.
Misafirlerin geldiği gece çok hoş bir sofrada hakikaten çok lezzetli olmuş tavuğumuzu yerken ağzını tutamayan, durumdan haberdar bir arkadaşım ayağa kalktı ve dedi ki, “Arkadaşlar afiyet olsun. Ayşecim ellerine sağlık. Ama şu tavuğun yaptığı yolculuğu sizlere anlatmadan geçemeyeceğim. Ey tavuk, sen kalk Fransa’da doğ büyü, yetiş, kesil. Sonra Londra’ya yollan satılmaya, orada da bir Türk kadını seni gelsin alsın, pişirsin İstanbul’da. Ne yolculuk geçirmişsin be…”
Gel zaman git zaman gurmeliğin bana getirdiği maddi zararlar da baş göstermeye başladı. Gidilen en iyi lokantada bile yemekleri kolay kolay beğenmemek ya da meraktan “Ay onu da deniyim, bunu da” diye kendime üç beş kişilik yemekler sipariş etmek, masaya gelen bir yemeği kendi damak tadıma getirene kadar garsonlardan bitmek bilmeyen sos ve baharat isteklerim, ve sonunda gelen dağ gibi hesaplar. Haliyle artık kimseler benimle lokantaya gitmeye yanaşmamaya başlamıştı. Kocam da buna dahil!
Baktım eşten dosttan da olacağım, kendime çeki düzen vermeye karar verdim. Bir anlaşma yaptık kocamla. Evde haftada en fazla iki gün alengirli, şatafatlı yemekler yenilecek, diğer günler ise dolmaya, bulgura takılacağız. Arkadaşlarımız da bir karar aldılar. Bundan sonra lokantalara daha kalabalık gideceğiz, herkesin adına siparişleri ben vereceğim, herkesin yemeği de farklı olacak, böylelikle benim önlenemez yemek tatma arzum bu şekilde tatmin edilecek..
Ama neticede ülkemizin geçirdiği, eve ekmek almanın bile zorlaştığı şu günlerde alışveriş de yapmak zor. Yapabiliyorsan da millet açken en güzel yemeği pişirmenin zevki de yok. Hele yemenin hiç yok! Ben de şu günlerde durumlar böyleyken en ucuz olan soğan ve yumurta ve patatesten yeni yemekler keşfetmenin peşindeyim….
Not: Aman ne olur ne olmaz ben yine yazayım, pavuryalar, böceklerden bahsettim ya sonra yanlış anlaşılma olmasın. Benim çocuk olduğum o yıllarda, bunlar şimdiki gibi ateş pahası falan değildiler. Herkes evine balık alabiliyordu bir şekilde. Şimdilerde sadece seyretmekle yetindiğimiz kalkan balığını millet beğenip evine bile sokmazmış.
Gerçi siz bilirsiniz benim o taraklarda bezim olmadığını ama yine de söylemeden geçemedim.
Paylaş