Paylaş
Meyve reyonunun önüne gelince baktım ki; yazlık meyveler ufaktan gelmeye başlamışlar. Üzümleri görünce bir sevindim, sonra bir baktım karpuzlar, biraz ilerledim kirazlar ama renkleri pek bir donuk ve derken, daha zamanımız değil bizi niye şimdiden raflara koydunuz dercesine bakan erikler… İşte o an bittim. Suratımdaki betonarme makyaja falan takılmadan koyuverdim kendimi… Başladım ağlamaya, ama ne ağlama…
Niye mi? Çünkü erik babamın en sevdiği meyveydi. Dizinin dibine oturup az erik tuzlamadık babamla…
Bir an “Kendine gel Ayşe! Herkes sana bakıyor, dur bir sakin ol! Ayrıca niye bu kadar duygusallaştın ki acaba?” dedim.
Sonra anladım niye bu kadar duygusallaştığımı, Nisan geldi işte. Kahrolası bir Nisan ayında gitti benim babam…
Eve geldim. Erikleri yıkayıp hala ıslaklarken bolca tuzladım, kendime bir bardak şarap alıp, Frank Sinatra’nın CD’sini koydum. Yine başladım ağlamaya… Bir an düşündüm, babam gideli on yıl nasıl oldu diye. O gitmeden ben neredeydim, bir de şu an neredeyim onu düşündüm. Ne çok şey değişti hayatımda onun yokluğunda. Bir kısmını görmediği için sevindim, bir kısmını da göremediği için üzüldüm.
O sıra Begüm geldi yanıma, “Anne niye ağlıyorsun?” diye…
Anlattım ona, sarıldık ana kız. Ben bu gece babamda kalacaktım ama istiyorsan gitmem dedi.
“Hayır git babişine sarıl” dedim. Ben iyiyim.
Begüm gitti, ben de gidip günlüğümü aldım başucumdan… Babamayazdığım son mektubum oradaydı; tarihi 18 Nisan 1999.
Hiç kesintisiz yayınlıyorum bugün, başka da bir şey gelmiyor içimden…
Babacığıma;
Babacığım bugün 18 Nisan 1999. Sen 3,5 aydır hastanedesin. Hep çok ümidim vardı. Hep bu hastalık bana şaka gibi geldi. Ama artık çok zor olmasına rağmen bir daha kucağına hiç oturamayacağıma kendimi inandırmak zorunda kalıyorum. Aslında ben bunları yazarken sen hala yaşıyorsun. Tabi ona yaşamak denirse… Bu yazdıklarım bu tarihten kaç gün sonra yayınlanacak bilemiyorum. Keşke hiç yayınlanmak zorunda kalmasa da sen kendin gülerek okusan... Bunları bugün yazıyorum; çünkü o kötü gün geldiğinde bunları kağıda dökecek kadar güçlü olamayacağım.
Hastaneye ilk yatmak zorunda kaldığın geceki kıyafetlerin hala bende. Hastaneden alıp eve getirmiştim. Hava çok soğukmuş, yünlü kazak giymişsin. Çorapların da bende, pantolonun da...
Bizi bırakmamak için çok savaştığını biliyorum. Meğer ne güçlüymüşsün... Bütün hayatın boyunca benim için söylediğin her şey gözümün önünde. Herkesin babası çok iyidir ama annemin bütün arkadaşları bile hep derler ki; “Tekin gibi baba görmedik!” Göremezler de…
Dün gece rüyamda senin biricik rahmetli Leyla anneanneni gördüm, öldüğünden beri ilk kez… Bana sarıldı; “Merak etme!” dedi. Yanında bir kadın daha vardı. Onu daha önce hiç görmemiştim. Meğer babaannemmiş. O da bana sarıldı. Sana gittiğin yerde ana kız çok iyi bakacaklarmış. Ama burada bir ana, iki kız, bir torun, bir oğul, bir de BOXI bıraktın. Keşke gitmeseydin, biz sana daha iyi bakardık.
Sen torununun, Begüşünün koçuydun. O geceleri uyurken sana daha çok yumruk atacaktı. Daha çok televizyon kavgası yapacaktınız. Bu kadar sene çalıştın, bari şu güzel yeni evinde, bahçende, ceviz ağacının yanında bir yaz daha geçirebilseydin. Ben artık sen olmadan ne yaparım bilmiyorum. Hayatım hep senin kızın olmakla gururlanarak geçti. Şimdi çok eksiğim…
Not 1: Babam bu yazının ertesi günü vefat etti.
Not 2: Hayat ne tuhaf… Yazının başında bu yazıyı yayınlamak istediğimden bahsetmişim. Niyetim; babamın ölüm ilanında yayınlamaktı, ama olmadı. Babam Hürriyet Gazetesi’nden çıkıp da hastaneye gitmişti. Kadere bakın; ben de babamın vefatından 11 sene sonra bu yazıyı Hürriyet Gazetesi’nde yayınlıyorum.
* Sizler de babanızı anlatır mısınız?
Paylaş