Paylaş
Malum gazetecilikte pek para yok, bir zamanlar adı ve şanı vardı; şimdilerde maalesef o da kalmadı. Gazeteciyim demeye korkar oldu gazeteci kısmı.
Hal böyle olunca yedek bir kazanç sağlamam gerektiğine karar verdim ve eski şaşalı günlerime dönmek için geçen gün boy boy tuvaller, boyalar, fırçalar aldım ve işe koyuldum.
Eğer; “Nereden çıktı bu resim olayın, hiç adını madını duymadık, bizi mi yiyorsun Ayşe?” diyecek olursanız demeyin, ben size anlatayım.
Efendim bendeki bu kabiliyetin keşfedilmesi yedi yaşıma tekabül eder. İlkokuldaki sınıf hocamız rahmetli Sabiha Hanım herkesin önüne matematik testi koyduğunda ya da bir kompozisyon konusu verip “Yazın” dediğinde, nedense benim önüme koca bir karton kâğıt ve boyalar koyardı. İlk başlarda eğlenceli gelse de sonraları bu duruma anlam verememeye başlamıştım.
“Ayşe bir akvaryum çiz.”
“Ayşe bir manzara resmi yap bakalım.”
“Ayşe onu çiz, bunu çiz, çiz Ayşe çiz.”
Acaba diğerlerinde çok başarısızdım da üzülmeyeyim diye hocam beni boyalarla mı kandırıyordu, yoksa bende bir salaklık mı vardı, bunu da çok sefer düşündüm ama bir süre sonra işin gerçeğini öğrendim.
“Ayşe sen Tekin Aral’ın kızı, Oğuz Aral’ın yeğenisin, genlerinden gelen büyük bir kabiliyete sahipsindir kesin, çiz Ayşe çiz.”
“Ya hu ne alaka?” dedim, “Maradona’nın oğlu altın golcü, Pavorotti’nin kızı dünyanın en büyük sopranosu mu? Picasso’nun kızı Palomo çöp adam çizemiyor, bir yerde okumuştum.”
Ama Sabiha Hanım bu işi inada bindirmişti bir kere. Bir gün yanıma gelip; “Bilmem ne bankasının 9 yaş grubu için açtığı resim yarışması var ve okulumuzu sen temsil edeceksin” dedi. “Konu Nasrettin hoca, teslim günün de iki gün sonra.”
Eve gittim, önümde karton ve boyalar başladım karalamaya. Bırak Nasrettin Hoca’yı, eşeğinin kulağını bile çizemedim, başladım ağlamaya. Babacığım yetişti imdadıma.
“Aslında bu yaptığımız doğru değil Ayşecim ama üzerinde büyük bir baskı var farkındayım. Hadi sen şimdi yat uyu, sabah resmi başucunda bulacaksın.”
Hadi bakalım bu sefer de babacığımın çizdiği Nasrettin Hoca resmiyle yarışmanın birincisi oldum mu? Bin lira da ödül kazandım mı? Hal böyle olunca Sabiha Hanım iyice üzerime üzerime gelmeye başladı mı?
Çiz çiz, neyse ilkokul bitti, lisede kimse bu konuda beni taciz etmedi. Tam sıyırdım sanırken, üniversite zamanı bu sefer babam delirdi;
“Gel Ayşe, seni tanıştırayım; bu Fırat Hoca, senin resim hocan. Seni Mimar Sinan için hazırlayacak.”
Bir an dedim ki; “Ayşe belki sen gerçekten büyük bir yeteneksin ama farkında değilsin, seninle bu kadar uğraştıklarına göre belki de vardır bir bildikleri.”
Başladım yeniden çizmeye.
Çiz Ayşe çiz.
“Tamam Fırat Hoca, çiziyorum. Ne çizeyim?”
“Bana bir bisiklet çiz.”
Çizdim.
“Ayşe, sence bunun üzerine bir insan oturabilir mi?”
“Oturmasınlar zaten o özel bir bisiklet, özel bir tasarım, benim tasarımım. Daha doğrusu sanatçı gözüyle benim bir bisikleti algılayışımın, kâğıda yumuşak kalem darbeleriyle yansımasının, içine ruhumdan kattığım özgürlüğümün birleşimi, falan filan yani hocam.”
Mimar Sinan’ın imtihanına girdim, şansa bak bisiklet çiz dediler. Çizdim ama benim özel tasarım bisikletimi kurul yemedi ve çaktım.
Babam böyle büyük bir yeteneğin çakmasını kabullenemedi, annem ağladı, kendini yerden yere vurdu. (kuzguna yavrusu durumu)
O sıralarda ben evlendim ama ressamlıktan vazgeçmemeye de karar verdim. Evimizin yakınında sadece kadınların gittiği bir resim kursu vardı, herkesten gizli ona yazıldım.
Hocamız da öyle boru değil, dünyanın her yerinde sergiler falan açmış muhterem bir zat.
O da; “Çiz Ayşe çiz” dedi.
Çizdim.
“Çizme” dedi, “Sende bir şeyler var ama farklı. Ayşe bana soyut bir resim yapsana.”
“Oh be” dedim, “sonunda biri anladı beni.” Gömüldüm boyalara, saçımdan tutun, ayak parmağıma kadar boya oldum ama resmi tamamladım ve hocama götürdüm.”
Resmi aldı, önüne koydu. Bir eli çenesinde, yarım saat süzdü durdu.
“Ne anlatmak istedin burada?”
Ne bileyim ne anlatmak istedim; “İçimde kopan fırtınaları hocam.”
“Ayşe sen büyük bir yeteneksin, bu tip beş resim daha istiyorum senden. Önümüzdeki ayın sonuna kadar bitireceksin, karma sergimiz var.”
Anneme, babama sergiye hazırlanıyorum dediğimde havalara uçtular ve annem beni hemen eşe, dosta büyük kabiliyet bizim kız diye angaje etmeye başladı. Sergi davetiyelerini de ilkokul sınıf arkadaşlarına kadar yolladı.
Sergi açıldığında ilk gözlemim benim resimlerimin önüne gelenlerin bir bakıp gitmedikleri, orada kalakaldıklarıydı. (O zamanlar büyülendiklerini sanmıştım, anlam veremediklerinden ve kavrama zorluğu çektiklerinden kalakaldıklarını sonraki yıllarda öğrendim.)
Bu arada resimlerimin tümü satılmıştı; altısı da. Uçtum tabi ki havalara. (Birinin annem, ikisinin babam, ikisinin kocam, bir tanesinin de kayınpederim tarafından alındığını da uzun süre öğrenemedim.)
Bu gazla devam ettim resim hayatıma. Sıra geldi kişisel sergi açmaya, açmadan olur mu? Olmaz elbette.
İki ay kapandım eve; ne koltuk kaldı boya olmayan ne masa ama becerdim. Yirmi bir tane resim yaptım. Serginin gelirini de Darüşşafaka’ya bağışlamaya karar verdim.
Aman ya rabbim, sergimde kimler yoktu, kimler. Tüm cemiyet hayatı, tüm şöhretler. Babamın hatırınaymış meğer kıyamayıp gelmişler.
Resimlerime öyle fiyatlar koydum ki el, mel, her yerini yakar. Sergi sonunda satılmayan tek resmim kalmamıştı, kız kardeşim Ayça cadısına dedim ki; “Benimle gururlanıyorsundur herhalde, bak ablan büyük yetenek; tek resim kalmadı.”
“Tabi ki kalmaz abla Darüşşafaka’ya bağışladın tüm geliri, hahahahah”
Kıskanıyordu ama kızamadım, haklıydı. Düşünsenize iki kardeşten biri büyük yetenek, diğerinde tık yok.
Sergiden sonra kendimi bir süreliğine nadasa aldım, eh kolay mı üret üret her dakika; nereye kadar yani? Neticede ben bir sanatçıyım, tekrar resim yapmam için bana ilham lazım.
Bir gün annem aradı. (Benim üstün bir yetenek olduğumu düşünmekten hiç vazgeçmeyen annem.)
“Ayşe inanılmaz bir şey oldu, ah yavrum Allah yolunu açık etsin. İnşallah tüm dünya tanıyacak artık seni.”
“Hayırdır anne?”
“Dün gece bilmem ne başkonsolosu bizim evde yemekteydi, tam kapıdan çıkarken vestiyerin karşısında asılı olan senin resmini gördü. “Aman tanrım bu sanatçı kim?” dedi, “Kim?”
Ben de; “Kızım” dedim övüne övüne ve resmini kendisine hediye ettim, telefonunu aldı; tanıdıkları varmış, seni arayacak.”
Yere düştüm, şaka değil, yere düştüm.
“Anne, ne yaptın sen yaaaaaaaaaaa?”
“Kızım bu kötü bir şey değil ki, ne yaptım ki?”
“Anne ya benim resmim vestiyerin karşısındaki küçük duvarda emanet gibi duruyordu, ben de geçen gün sen yokken salonda duran Fikret Mualla’yla kendi resmimin yerini değiştirdim. Anne adama resmen bir Fikret Mualla hediye ettin, hiç mi bakmadın mı ya hu?”
Allah’tan o gece kafası iyi olan başkonsolos ayılınca olaya uyandı ve Mualla’yı geri yolladı. Annem; “Hata olmuş, benim kızımın resmi aslında bu” diye not yazıp benim resmimi adama yollayınca resim geri geldi.
“Ay harika bir resim, yetenekli kızınızı tebrik ederim. Bir süre yurtdışı gezilerim var, şimdilik mümkünse siz de kalsın. İstanbul’a dönünce sizi arar aldırırım.”
Sonra baba gitti. Büyük yetenek Ayşe boyaları, tuvalleri bir yana attı, onları bir odaya sakladı ama odaya her girişinde aklına baba geldi. Aldı boyaları tuvalleri garaja indirdi, göz görmezse, kalp unutur dedi. Kendini bebeğine verdi, Begüm’ünü boyamaya, onun renklerini keşfetmeye başladı.
Ta ki bugüne kadar... Yedek kazanç lazım, sıkı durun sanat dünyası; kaldığım yerden devam etmeye, aranıza karışmaya karar verdim.
Tam da bildiğimi sandığım tüm resimlerin aslında ne kadar farklı olduğunu uzunca bir süredir tecrübe etmişken.
Not: Bakmayın abarttım, fena resim yapmam aslında. İlk resmim bitsin, buraya koyacağım.
Not: Veli ile ilgili tüm güzel dilekleriniz için sağ olun, var olun. O kadar çok mail geldi ki tek tek teşekkür edemedim. Sizler ne tatlısınız ya hu, sayenizde farklı nefes alıyorum iki senedir. Hepinizi de çok seviyorum, bilesiniz.
Paylaş