Paylaş
Aman olmuşlar pek mutlu, sabah kalmışlar; yarabbi şükür, akşam yatmışlar yine öyle.
Cukkalar dolmuş, eh saygın meslek, getirisi de tartışılmaz elbet. Bunu böyle sananlarla çok uğraşmış gazeteciler ama yolları başkaymış hep, gün bugün olmuş, bu mesleğe başını koyanlar bu yolda nelerle çabalamış durmuş.
Kimi bir haber peşinde üç kuruş alırken dayak mı yememiş, bazen bir hayat kurtarmaya yardım mı etmemiş, kimi ise bu yolda can kaybetmiş…
Kimi fikir yolundan hapislerde şimdilerde. Tek suçu da ne; o bir gazeteci işte. Onursuz bunlar be, şerefsiz üstelik de.
Genelin fikrini savunan, nabzımızı tutan birçoğu öldürüldü, gitti ama aldırmadı tehditlere. Onlar da böyle onursuz tiplerdi, susamadılar işte.
Ben de onursuz iki gazetecinin çocuğuyum, onların da ağzı çok açıktı, ne edelim halk çocuğuydu onlar da çok konuşuyorlardı, çok çiziyorlardı onursuzca işte…
Şimdilerde ben yazıyorum bir şeyler Hürriyet Gazetesi’nde. Arada gitmek istiyorum gazeteye, sırf olur ya asansörde rast gelirim belki o onursuz gazetecilerden birine diye. İki laf kapsam günü kurtarırım, bakışım değişir diye.
Gelelim sadede…
Fatih Altaylı, gazeteci kime denir; sadece köşe yazarına değil, gazeteye haber toplayana, yazıyı yayınlayana, yani gazetelerde çalışan binlerce insana.
“Onurlu sadece yirmi köşe yazarı vardır anca.” Buna talihsiz açıklama diyemem, buna rezil bir açıklama derim valla. Büyük ayıp etmişsiniz, dikkat edin, politik hallerinize girmedim ama kendimi tutamayacağım.
Yanardönersiniz, başörtülü kadınımıza nasıl fahişe demiş (o kötü sözü söylemiştiniz), Ahmet Kaya’ya fiyatını sormuştunuz? Neyse en önemli sözünüz; “zamanın ruhu sürekli değişiyor.” Onurlu gazeteciler bu ülkede hep var ve yüzlerce. Hiç değişmeyecekler, artarak çoğalacaklar ama siz çok değişmişsiniz. Dikkat ediniz.
Ayşe’nin notu: geçtiğimiz haftaların gündemindeydi Fatih Altaylı’nın bu söylemi. Ben de 3 hafta önce yazmıştım ama gazetede yer olmadığı için bir türlü yayınlayamamıştık, içimde kalmasın, yoksa çatlarım.
BEN BİR GAZETECİYİM
“Hadi len oradan” dediğinizi duyar gibiyim, diyorsanız da zaten haklısınız.
Ben olsam olsam daha ancak çiçeği burnunda bir yazar sayılırım, “gazeteciyim” diyebilmek için de daha bin fırın ekmek yemem gerektiğinin farkındayım.
Yaşım altı- yedi birileri soruverdi, “Baban ne iş yapar senin?”
Ağzıma geldi, tam “gazeteci” diyeceğim, diyemedim. Babamı sokak sokak gezen, gazete satan bir adam sanacaklar, bana acır gözlerle bakacaklar diye düşündüm.
Babama şanımıza yakışır bir iş uyduruverdim, “İşadamı, fabrikatör hem de” dedim.
“Aile işi mi?” dediler. “Haa” dedim, “aile işi” çünkü diyemedim “amcam da gazeteci.”
Gel zaman, git zaman baktım babamı sokakta gören beş kişiden üçü, “Aaaa Tekin Bey” diyor, bizim eve gelen giden insanların çoğu ünlü tayfasından... O zaman durum değişti.
Ben de sekiz- onlu yaşlarda “Baban ne iş yapar?” diyene büyük bir havayla bastım lafı; “gazeteci benim babam.”
Sonra on küsurlu yaşlarım başladı, o sırada Abdi İpekçiler, Çetin Emeçler yok olup gittiler.
Bu sefer beni aldı bir korku, “baban ne iş yapıyor?” diyenlere bu sefer korkudan diyemedim “gazeteci”, kimseler bilmesin, başına bir şey gelmesin diye.
Bir gece duvara yapıştırmışım fincanı, anamla babamın hararetli konuşmasını dinliyorum, dinlediklerimden sonra alıyor beni bir ağlama; babama, amcama tehditler geliyor diye.
Ve genç kız oluyorum, korkunun yerini cesaret alıyor, bu sefer daha kimse bana sormadan “babam gazeteci” diye ben söylüyorum; öyle bir gurur var ki içimde, tarifi zor işte.
Otuzlu yaşlar... Babayla amca göçüp gidiyor, gazeteler televizyonlar “ünlü gazeteci öldü” yazıyor, söylüyor.
Gittikleri yerde Hrantlar var, Çetinler, Abdiler, daha kimler kimler...
Biliyorum hepsi beraberler, yanlarına yeni gelen iki büyük gazeteciyle beraber: Sebahattin Yılmaz ve Cem Emir.
Biraz büyüyeyim, her ne pahasına olursa olsun ben de gazeteci olacağım.
Ayşe’nin notu: Bu eski bir yazım ama bugüne tam uyduğu için tekrar paylaşmak istedim.
Paylaş