Paylaş
Magazin sitelerinden birinin tweet’i ilginç geliyor gözüme;
“İş dünyasını sarsan trajik ölüm...”
Merak ediyorum haliyle.
Tıklıyorum habere, sayfa açılıyor önüme ve bir fotoğraf, fotoğraftaki canım arkadaşım be!
Anlayamıyorum bir süre, haberi de okuyamıyorum.
Kafam öne eğiliyor, sadece salak salak resme bakıyorum.
Sonra başlıyorum haberi okumaya, deliriyorum bir anda.
Sarp Turanlıgil, Türkbükü, kavga, kalp krizi, bla bla bla...
45 yaşında, benden sadece birkaç yaş büyük yaaaaa! 42 yıllık arkadaşım.
Annemi arıyorum, kardeşimi arıyorum, sonra ortak arkadaşımızı.
“Evlerine gel, ben oraya gidiyorum” diyor.
“Nerede oturuyorlar, bu kadar yakın arkadaşım ama evini bilmiyorum.”
Evlerini söylüyor.
“Şaka” diyorum, “şaka”...
Aynı sitede oturuyormuşuz, meğer bir sokak altımdaymış evleri.
“İşe bak” diyorum ve gidiyorum.
Biricik aşkı, canından çok sevdiği karıcığı, her şeyi, hayat arkadaşı Burcu’su perişan.
Nasıl olmasın ki?
Canı kocası küt diye gitti, tarifsiz bir acı bu, kimsenin gücü, sözü çare olmuyor Burcu’ya, olamaz da.
Oğulları Kanada’dan gelecek, yaz okulunda, her şeyden habersiz, 17 yaşında.
Burcu evladını bekliyor.
Nasıl anlatacak ona, bir de onu düşünüyor.
Sarp’ın anneciği Rubap, Allah kolaylık versin ona da... Dev gibi kadın küçülmüş, adeta el kadar kalmış, nasıl kalmasın, ayakta duramıyor.
Dostlar evin her yanında ama ne fayda.
Herkes acılı çünkü Sarp başka türlü bir adamdı.
Herkesin hayatına dokunurdu.
Benimkine de çokça dokunmuştu.
Bebeklikten başladı.
Benim babam Tekin Aral değişik bir adamdı, her sene biz de yazlığa giderdik her normal aile gibi.
Ama nereye?
Göztepe’deki evden kalkar, babamın Caddebostan’da kiraladığı köşke giderdik.
İşte bu Sarp Bey’in sünneti de bizim kiralık köşkün bahçesinde vuku buldu.
Erkekliğe ilk adımı gözlerimin önünde attı kerata.
Sonra beraber büyüdük, gerçi bu adam biraz fazla büyüdü; iki metre kadar.
Yıllar içinde arada görüşemez olduk, ta ki ben Bilkent Üniversitesi’ni kazanana dek.
Babam dedi ki “Yok olmaz, Ankara uzak. Sen İngiltere’ye gidiyorsun okumaya.”
Aşığız ya eski kocaya, şutlandım Londra’ya.
Okul koridorlarında ağlarken bir duvara tosladım, bir baktım o duvar meğer Sarp’mış.
Ferahladım haliyle.
Elin ülkesindeki günlerim az da olsa çekilir oldu Sarp sayesinde.
Ağlayınca masaj yapardı bana, “ağlama Ayşe” diye.
Büyük aşkım, eski kocam gizlice Londra’ya gelince, Sarp’la gittik, karşıladık, ben Londra’yı ailemden habersiz terk ederken Sarp uğurladı beni yine.
Evlendik, dağıldık ama hep konuşurduk.
Babası öldü bir sene önce.
“Üzülme” dedim, “bak seninki çok yaşadı, benimki 58’inde gitti.”
“Tamam da” dedi, “sen babanla az zaman geçirdin, ben çok zaman, o zaman daha çok koyuyor bence Ayşe.”
Sıkışınca arardım, çözerdi derdim neyse.
Sırf benimkini değil ki herkesin derdini çözerdi.
Öyleydi Sarp işte.
Olmadı Sarp, olmadı.
Bu ölüm sana hiç yakışmadı.
Sarp gittiğinden beri takılı kaldı kafam ölüme.
Aslında pek düşünmemek, kafaya takmamak lazım.
Ama bu kadar yakın yaşayınca da insan çok etkileniyor.
Ne tuhaf şey; bir anda varsın ve sonra yoksun.
Var ve yok.
Çalış, çabala, yarına, hatta bir saat sonrasına dair planlar yap, hepsi bomboş aslında.
Yaşadığın anın kıymetini bilmek en güzeli galiba.
Sarp dermiş ki “Doğum ve ölüm tarihini değiştiremezsin ama aradaki yaşam kalitesini sen belirleyebilirsin”... Çok doğru demiş bence de çok doğru...
Mekânın cennet olsun dostum.
Canın eşin Burcu’n, biricik oğlun Tayfun’un biz dostlarına emanet, huzurla uyu.
Not 1: Gazetelerde okuduklarınıza inanmayın, Sarp kavga etmemiş, dövüş mövüş yok, Sarp darbe falan da almamış, hepsi asparagas haber.
Not 2: Üç haftadır içinizi kararttım, kusuruma bakmayın, inşallah önümüzdeki haftadan itibaren iliğinizi kemiğinizi kıkırdatacak yazılar yazacağım.
Paylaş