Paylaş
Yemeğimizi yedik, pijamalarımızı giydik, televizyon karşısına geçip başladık sohbete, önce malum son günlerin dedikodularını verdik birbirimize, sonra bir anda ikimizin de gözü televizyona kaydı. Görüntülerde Big Ben, Buckingham Sarayı, yani İngiltere.
İşte o an birbirimize bakıp gülmeye başladık, çünkü bizim Figen ile dostluğumuz İngiltere’de başlamıştı, ikimizin de üniversite yıllarında.
İşte gerçek sohbetimiz o zaman başladı, birden dönüverdik o yıllara. Tüm anıları serdik masa üstüne. Zaman geçince insan unutuyor bazı şeyleri. Benim unuttuklarımı o bana, onun unuttuklarını ben ona anlatmaya başlayınca, kahkahalarımız doruğa ulaştı.
Bir ara Figen bana dönüp dedi ki; “Ya Ayşe âlemsin sen, kızım arada İngiltere anılarını yazsana ama yediğin haltları da yazmayı unutma. Mesela İngiliz hükümetine attığın o kazığı, sahte kimlikle gidip araba kiraladığını, daha sonra kiraladığın benzinli arabaya yanlışlıkla mazot koyup, arabanın motorunu iflas ettirdiğini ve arabayı yolun ortasında bırakıp kayıplara karıştığını..”
İşte böylelikle karar verdim size İngiltere anılarımdan bir potpuri sunmaya, hatta İngiltere’den nasıl kaçtığımı yazmaya.
Şimdi okur dostlarım öncelikle belirteyim, ben İngiltere’ye resmen silah zoruyla yollandım. Hâlbuki efendi gibi Bilkent Üniversitesi’ni kazanmıştım. Ankara’ya gidip paşa paşa okuyacaktım ama işte kahrolsun aşk.
Annem babam baktılar ben sırılsıklam aşığım, bu kız delidir dediler; bizden habersiz şimdi zırt pırt, haftanın beş günü Ankara’dan kaçıp gelecek İstanbul’a, takip etmemiz zor olacak, o zaman biz işi sağlama alalım bunu daha uzağa, yani Londra’ya yollayalım.
O yaşlarda yediğim en büyük kazık bu olmuştu. Çaresiz anamın kolunda Londra uçağına biniverdim, ağlamaktan gözler Japon balığı gibi bir halde. Neyse ana kız indik Londra’ya, ilk iş bir trene binip Allah’ın West Wickham’ına doğru koyulduk yola.
Bizimkiler o kadar uyanık ki, İngiltere’ye yolladıkları yetmemiş gibi bir de ülkenin en ücra köşelerinden bir okul bulmuşlar bana. Okula varınca ağzım açık kaldı, eski İngiliz filmlerinde gördüğümüz şatolar vardır ya, hah işte bu da onlardandı.
Anamla okulu gezerken sarı kafalı, maviş bir kız yaklaştı yanıma; “Selam ben Figen, ya sen?”
İşte böyle tanıştık Figoyla. O okulda kalıyormuş yani kampüste. “İstersen oda arkadaşı olalım.”dedi. “Odam müsait” annemden cevap; “Sağol canım ama olmaz, ben Ayşe’yi bir aile yanına yerleştireceğim, orası daha güvenli.” İkinci kazığı da böylelikle yedim.
“Nasıl ya, zaten ülkemden, aşkımdan ayırdın beni, yetmedi ülkenin bir ucuna getirdin, şimdi de elalemin evine mi yerleştireceksin, sanırım siz benden toptan vazgeçtiniz!”
“Neyse üzülme Ayşe.”dedi Figen, anneni buradan postalayınca bakarız çaresine.”
Okuldan ayrıldık, kalacağım ailenin evine gittik. Aman Allahım , ev sahibesi bayan 70’lerinde kocası da 80’lerinde.
İşte o an tüm bunların rüya olmasını istedim ama nafile, dibine kadar gerçekti hepsi. Allahtan ev sahipleri tatlı yaşlılara benziyordu, aslında öyle de değilmiş. Ertesi gün annem beni Bayan Page’e emanet edip Türkiye’ye dönünce acı gerçeklerle karşılaştım. Kadın beni salona davet edip konuşmak istediğini söyledi ve başladı konuşmaya;
“Kahvaltı sabah yedide, geç kalırsan aç kalırsın; odan sana ait ama evin diğer kısımları sadece bize. Banyoyu her gün kullanabilirsin tabi ki ama haftada üçten fazla duş almazsan seviniriz.
Akşam yemeği altıda ona da geç kalırsan aç kalırsın. Yemek yedikten sonra kendi bulaşığını kendin yıkayacaksın.
Canın istediği zaman mutfağa girip dolaptan bir şeyler alamazsın, alırsan da anlarım, her şeyi sayılı alırım ben.
Telefonu kullanman yasak, seni arayabilirler ama sen kimseyi arayamazsın, aramak istersen bir zahmet 5km yürüyeceksin, orda bir telefon kulübesi mevcut.
Arkadaş davet etmeyi söylemiyorum bile anlamışsındır, kimse eve gelemez. Akşam 10’dan sonra eve gelmek yok, zaten gelirsen de kapıda kalırsın çünkü sana anahtar veremiyoruz ailemizin prensibi. Ayrıca zaten annen de 10’dan sonra sokakta kalmaman için beni uyardı, bilesin. Umarım köpek seviyorsundur, çünkü bu 65 kiloluk 10 yaşındaki Saint Bernardımız yani “Cema” evde bizimle yaşar.
Hah bak az kalsın en önemli şeyi söylemeyi unutuyordum bizim evde haftanın üç gecesi yani pazar, çarşamba ve cuma geceleri saat tam gece yarısı on ikiyi vurduğunda telefon beş kez arka arkaya çalar, arayan annemdir bu telefonlar da onun olduğu yerde mutlu olduğunun işaretleridir.”
Dünyanın sonu geldiğine inanamamış olan ben bir anda bunu duyunca afalladım tabi.
“Nasıl yani, anneniz nerede ki, neden sadece o günlerde ve hep aynı saatte arar ki? ”
Annem cennette canım. Kendisi hastalanıp artık kurtulamayacağını anladığımızda ona dedim ki; “Anne öldükten sonra beni ne olur merak ettirme, ne yap et bize bir sinyal gönder, o sinyali hep aynı günlerde ve aynı saatlerde gönder ki senin iyi olduğunu bilelim.” İşte böyle canım hadi bakalım tekrar hoş geldin.
Odama gitmek için ayağa kalktığımda bir an yer ayaklarımın altından kaymaya başladı, kendimi yerde tüy torbası Cema’nın üzerinde buluverdim.
Aman Allahım aklıma mukayyet ol, bu da ne demek? Buradaki günler nasıl geçecek? Delilerin içine düştüm, yalvarıyorum tüm bunlar rüya olsun.”
Bunların hiçbiri rüya değildi, hatta ilerleyen günlerde karşılaşacaklarımın yanında solda sıfırlardı.
Not: Devamı cumaya.
Paylaş