Paylaş
İmkânım olsa giderken yanıma bir sürü çocuk almak da istiyorum. Türkiye’nin her ilinden en az beşer tane. Doğudan, batıdan tüm çocukları toplayıp gitmek istiyorum oraya ama ne mümkün. Böyle bir şeyi başarabilme ihtimalim yok tabi ki.
O zaman yalnız gideyim, yani keşke gidebilsem. Kızım benimle gelirse harika, bir arkadaşım da takılırsa pek ala ama hele aşkım da benimle gelirse bunun adı olur masal, aynı Disneyland’da geçirilecek günler tadında.
Ayşe kafayı yedi sanırız demeyin, ne alaka, nerden çıktı bu Disneyland olayı diyeceksiniz bilirim. Şuradan çıktı, bu ara bende bir kaçış sendromu var. İçimde büyüyen ama kimseye çaktırmadığım. Ama nedeni mutsuzluktan değil, dibe vuruyorum moduna girmemden değil.
Bilakis son günlerde biliyorsunuz, paylaştım sizlerle bir sürü kapı açıldı önümde. İlahi adalet işte. Hepimiz yaşıyoruz bunu, tam düşecekken hop sanki bir el tutup, bizi düşmemize izin vermeden çekiyor, inanınca oluyor.
Denenirken hala inanmaya devam edersen, isyan etmezsen oluyor. Yaşadım, hem de birden fazla kere.
Dedim ya bu aralar bir sürü kapı açıldı önüme. Hamd edip, şükrediyorum her an Rabbim’e ama korkuyorum işte.
Sorumluluklarım arttıkça, görevlerim çoğaldıkça ya beceremezsen Ayşe ya kalkamazsan altından diye başlıyorum içimi yiyip kemirmeye. İç sesim yapacaksın Ayşe diyor, becereceksin yine. Bak ne çok şey becerdin şu kısa zamanda, ne çok şeyin altına elini soktun, ne çok yük aldın ama maşallah hala ayaktasın.
Devem yürü, kim tutar seni diye gaz veriyorum kendime ama bir an geliyor ürküyorum işte. Eh işte o zaman kaçış sendromum “Hey selam ben geldim n’aber şekerim?” dercesine giriyor aklımın bir köşesine.
Hal böyle olunca da kaçabileceğim tek yer dediğim, Allahım imkan tanıdığı için daha önce bir kaç kez kaçmayı başardığım Disneyland beliriyor beynimde. Ha diyeceksiniz ki imkânın ve vaktin varsa kaçsana yurdun güzel köşelerinden birine ya da olmadı Londra’ya Paris’e, belki bir adaya Maldiv’e, Hawai ya da Haiti’ye.
Hayır, işte anlatmak istediğim çok başka, masal dünyasına girmek istiyorum ben, bir kaç günlük de olsa hayatı masal tadında yaşamak istiyorum. Çünkü daha önce yaşadım, biliyorum.
Bundan yaklaşık on iki sene evvel ben, eşim ve o sırada 5 yaşında olan kızımız Amerika’ya bir seyahat yapalım dedik. Önce klasik New York, Miami gibi dolandık ve sonra haydi Orlando yapalım dedik. Orlando’yu duyunca önce; “Ay ne alaka?” dedim. Kocam; “Ya hu Disneyland’a götürürüz kızımızı da, hem bak yaşı oldu 5, şimdi anlar da” dedi.
Direndim önce ama sonra kabul ettim ve Orlando’ya vardık. Disneyland civarlarına vardığımızda, eh acaba hangi otelde kalsak diye düşünürken, babam telefonda araştırmacı gazeteci kimliğiyle; “Sakın civarda otel falan bakınmayın, direk Disneyland’ın içinde bulunan kendi otelinde kalın” diye nasihat etti.
Bu fikri tuttuk ve direk Disneyland’ın içindeki otele yerleştik. Otele diyorum ama otel değil sanki, başka bir şey. İçinden metro geçen, oda sayısını hala kavrayamadığım, içinde belki 100’den fazla lokanta barındıran küçük bir devlete yerleştik.
Yerleştik ama ben bir mutsuz bir mutsuz. O günler daha hayatın sillesini yemediğimden, elimden kayıp kaybolup giden olmadığından bir yanım safi şımarık; “Of yani, niye geldik ki buraya, of yani bak dediler ki bir alete binmek için bazen 2 saat sırada beklemek lazımmış, offf şimdi Paris’te olmak vardı değil mi ama kocacım?”
Ben böyle dırdır, kendimi kocamı yerken, odamıza vardık. Birer hamburger sipariş edip yedikten sonra kızımızı koynumuza alıp yorgunluktan bayıldık, uyuduk.
Sabah yataktan nasıl fırladım bir ben bilirim. Bir ses; “dütürürürürürü dütürürüüür dütürürürürüür”
“Hay senin gibi otele! Anam bu da ne?” deyip perdeleri aralayınca bir de ne göreyim, tam göz hizamda çocukluğumda annemin okuduğu masal kitaplarında resimlerini gösterdiği Sindrella, pespembe kıyafetleri içinde kollarında pırıltılı kanatlarla uçuyor.
Gözlerimi ovalayıp nasıl yani dememe kalmadan, koca kanatlı bir kuş gelip Sindrella’yı gagasıyla yakalayıp, yine göz hizamdaki pembe saraya götürüp bıraktı. Yine ses “dütürürürürürürürürürüü” kafamı bir çevirdim ki ağzında saksafon olan bir asker Sindrella’yı kucağına aldı ve saraya taşıdı. Bunları gören o ukala densiz ben bir anda bir yumuşadım mı, elim ayağım kesildi mi?
Hemen bizimkileri uyandırdım; “Hey kalkın, neler kaçırıyorsunuz çabuk, demin Sinderella’yı gördüm, ay adeta melek gibiydi, kalkın kahvaltıya gidiyoruz.”
Kahvaltı salonuna indiğimizde ay ben yine bir yumuşa bir yumuşa. Normalde şuursuz yemek yiyen ben, koca açık büfeye elimi bile süremedim, gözüm etrafımızda dolanıp duran Minnie, Mickey Mouse ve Donald Duck’daydı.
Onları da görünce babamla izlediğimiz çizgi filmler tekrar gözümün önüne geldi.
Bir ara kocam; “Ayşe Begüm nerede? ” diyince baktım ki Begüm yok. Bir panik aldı mı bizi, hatta on beş dakikayı geçtiğimiz halde Begüm’ü bulamayınca karı koca başladık ağlamaya. Daha önce hiç bu kadar korkmamıştım, elim ayağım artık zangırdamaya başlamıştı ki, Pamuk Prenses Begüm’ü getirdi. Meğer bizim cadı onu görünce iki arada bir derede yanına kaçmış, eteğine yapışmış.
Kahvaltıdan sonra başladık Disneyland’da dolanmaya. Yürüdüğümüz her adım başı önümüze bir çocukluk kahramanımız çıktı. Bazıları Begüm’ün de tanıdıkları, bazıları ise sadece benim ve kocamın bildikleriydi. Bir ara iki ev gördük, biri pembe biri mavi “Buyurun gezin” dediler. Aman Allahım biri Mickey’ininmiş diğer de Minnie’nin.
Ben hayatımda böyle güzel ve huzurlu iki ev görmedim. Oradan çıkıp yola devam ederken iti (e.t.) yolumuzu kesti. Ben seni tanıyorum dedim “iti fon home” (e.t. phone home) resmen kendimi olayın gerçekliğine kaptırmıştım.
Herkes tanıdık, hepsi de şu dünyada ailem dışında en çok görmek istediğim tiplerdi. Begüm de heyecanlı bir şekilde eğlenerek etrafı keşifteydi ama ben ondan daha heyecanlı ve daha mutluydum o kesin.
Ne derdim kalmıştı, ne tasam. Gerçekten masal dünyasının, bambaşka bir dünyanın içindeydim. Bir ara Alice gelip elimi tuttu, onunla dans ettim. Baktık akşam oluyor bize yorgunluk çöktü, birer sosisli sandviç alıp bir köşeye oturup yemeye başladık, hava da kararmıştı.
İşte o an gerçekten çok etkilendiğimiz bir şey oldu. Bir anda havada sayısız yıldız uçuşmaya başladı, yüksek bir müzik sesi duyduk. Önce önümüzden bir bando geçti, sonra da bugüne kadar çocukluğunuzdan tanıyıp bildiğiniz, her birinin sizlerde bir anısı olan tüm karakterler. Yürüyüşün sonunda inanılmaz gevşemiştim. O agresif, şımarık Ayşe gitmiş, yaşadığı günden ders almış, hayattaki bazı değerlerin daha da farkına varmış bir Ayşe gelmişti.
Hele en son havai fişek gösterisinden sonra, pamuk kıvamına gelmiştim. Odaya gidip nasıl uyuduk hatırlamıyorum, inanılmaz bir yorgunluk ama inanılmaz da bir huzur vardı içimde.
Gerçek hayattan uzak, masal dünyası içinde olmanın tadına varmıştım bir günde. Bir kaç gün Disneyland’da takıldık, kocam “Eh artık yarın dönelim” diyince “Hayır, hep kalalım hatta burada yaşayalım” demek geldi içimden.
Ben hayatta savaştığım ve debelendiğim birçok şeyin aslında ne kadar da anlamsız olduğunu, kavganın dövüşün, çıkar savaşlarının olmadığı, kendini dinleyebildiğin, dinlerken düşünebildiğin bu yerde, Disneyland’da öğrendim.
Yine gitmek istiyorum, bu sefer 17 yaşındaki kızımla ve bu hayatın keyifsizliğini, eşitsizliğini, üzüntüsünü yaşayan bir sürü çocukla, doğudan batıdan bir sürü evlatla.
Ya da bakarsınız pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’ye de bir Disneyland kurulur, masal dünyasına girmek kitabın kapağını açmak kadar yakın olur.
Paylaş