Paylaş
Üç, beş aydır bir şey dikkatimi çekti. Sağ çaprazdaki banka yaşını başını almış, kravatı hiç eksik olmayan tonton bir amca bazı öğleden sonraları gelip bir saat kadar tek başına oturup gidiyor. Hep aynı bank, hep aynı kravatlı amca...
Geçenlerde yine bir Yetiş Ayşe koşuşturmasından sonra eve gelirken aynı manzara ile karşılaştım.
İçimden bir ses, “Git şu amca ile bir sohbet et” dedi. Elimde torbalarla kendisine doğru yürüdüm. Yaklaştıkça merakım daha da arttı. Bakalım hikayesi neymiş diye...
Yanına oturacağımı anladığında kibarca ayağa kalkıp beni bir güzel “buyur” etti. Kendimi tanıttım, sohbet için can atarak ve niye burada olduğunu merak ederek oturuverdim yanına.
Son derece kibar, yakışıklı, tertemiz yüzlü bir ahbabım daha oldu: Reşat Kaptan...
Kendisi bir denizci emeklisi. Uzun yıllar şehir hatlarında, ticari gemilerde kaptanlık yapmış. Hüzünlü gibi bakışının sebebini sordum, “karaya vurdum” diye iki kelime ile özetledi.
Karaya vurmak...
Bu tabiri biliyorum; uzun yıllarını denizde geçiren ama artık bir şekilde mavi sularda olamayan deniz sevdalılarının sıkça kullandığı bir tabir...
Dört ay önce toprağa verdiği eşi, “Necmiye Sultan”ı hiç sevememiş denizi. İşi gereği hep ayrı kalmanın sebebi “deniz” olduğundan, inat etmiş, ömrü hayatında yüzmeyi bile öğrenmemiş. Maviyi değil, yeşili sevmiş hep rahmetli. En çok da ıhlamur ağacını severmiş...
Şimdi anladım, niye hep aynı bank? Tam karşımızdaki ağaç, ıhlamur... İstanbul’da hâlâ çiçek açan az sayıda ıhlamur ağacından biri...
Bir oğlu varmış Reşat Kaptan’ın. Rahmetli ile beraber didinmişler, okutmuşlar, iç mimar olmuş ama mikrobu kapmış bir kere ve o da babası gibi “mavi”ye aşık olmuş.
Beykoz sırtlarında otururlarken tatillerde falan devamlı kayıkhanelere gidip çıraklık yapıyormuş Kaptan’ın kendi deyimiyle “kerata”.
Yat ve yelkenli imal eden bir özel şirkette işe başlamış “kerata”. 8 sene çalışmış, hiç evlenmemiş. Şairin dediği gibi şimdilerde yolun yarısındaymış.
“Kirada oturmasına içimiz razı olmadı” diye devam etti Kaptan. Atalarından kendilerine yegane kalan Şarköy’deki arsanın tapusunu vermişler ona.
“Bunu sat da git kendine bir ev al” demişler. Sormuş bir gün kaptan “Ev aldın mı?” diye.
Evet yanıtını alınca sevinçten havaya uçmuşlar karı koca.
Hem de İstinye’de, deniz manzaralı.
“Oğlum orada bu tip evler çok paradır, kredi mi aldın?” diye sormuş safça. Kerata cevap verirken hep cümleleri yuvarlayınca içine de bir kurt düşmüş.
Ne de uzun sürermiş bu evin tadilatı.
Ha bugün ha yarın gidip bir göreyim derken Necmiye Sultan hastalanmış, aylarca yoğun bakımda kalmış. “Göçüp gitti” derken yüzündeki derin çizgiler arasında bir aç damlayı gördüm.
Son vazifelerini yaptıktan birkaç gün sonra nihayet kısmet olmuş Kaptan’a, keratasının deniz manzaralı evini ziyaret etmek...
İstinye’de otobüsten inmişler.
Kerata arsayı satmış ev mi almış? Yok canım, dedik ya “mikrobu kapmış” 9 metrelik bir tek direk...
Hoş geldin demiş kerata...
“Kızamadım” diyor kaptan, “kızamadım”...
Hele Poyrazköy’e doğru birlikte yol alınca...
Şimdilerde Kaş yakınında bir yerdeymiş oğlu, iç mimarlık falan bitmiş, yeni bir iş bulmuş, dalış dersleri veriyormuş, deniz manzaralı evinde(!) yaşıyormuş, hâlâ da bekarmış...
Reşat Kaptan bana “Akdeniz bölgesinde ıhlamur ağacı olur mu?” diye sordu.
Ben de sizlere sorayım, o bölgede ıhlamur ağacı olur mu sahi?
Olursa, kendisi de oralara göçüp “mavi ile yeşili” bir araya getirecekmiş...
Olsun varmışmış, nasıl olsa artık karaya vurmuşmuş...
Ahh be Reşat Kaptan...
Bir ıhlamur ağacıyla dağladın içimi...
Paylaş