5 yıl nasıl geçti? Doğum günü yaklaşırken aklımda hep bu soru vardı. Sanki 5 yıl değil de 5 ay geçmiş gibi geliyor. Fakat bebekliğine ait fotoğraflarına baktığımda 50 yıl birlikteymişiz gibi...
Günün neredeyse tamamını, haftaları, ayları ve yılları birlikte geçirmenin verdiği bir algıdan başka bir şey değil. Ilk yılın neredeyse kucak kucağa geçmesi bu ara en büyük sevincim. Büyüdü. Artık kucaklamak istemiyor. En fazla 1-2 dakika sürüyor zaten. Ben de bu durumda, iyi ki bol bol kucaklamışım diye.
Tabi o çok küçülmen sürekli kucaklamak çoğu zaman zorunluluktu. Yorgunlukla birleşince zorluktan çok artık bir çeşit zulüm gibi geliyordu, ne yalan söyleyeyim. Taze anneler benim ne demek istediğimi çok iyi anlar...
Küçücüktü... Nasıl büyüyecek derdim? Evet, çocuk gelişimi hakkında ve bebek bakımı hakkında çok şey biliyordum. Ancak ilk kez anne oluyordum. Tek başıma, gün boyu ağlayan bir bebekleydim. Ata' nın ilk yılı böyle geçti. Hele ilk 3 ay kolikle imtihan oldum ki, yine tek başıma atlattım çok şükür.
Olayı hatırlarsınız... 6 Nisan' da İstanbul Sarıyer' de Pamir' in kaybolduğu ortaya çıktı. Ailesinin duyurularıyla birlikte konu sosyal medyada yer alınca, imkanı olan herkes aramak için seferber oldu. Beklenilenin çok ötesinde insan Pamir' i bulmak için olay yerine akın edince konuyu siyasi polemiklerle ilişkilendirmeye dahi çalıştılar.
Konunun bu kısmı iyi niyetin suistimainden başka bir şey değil. Pek çok insan sanki kendi evladı, yakını kaybolmuşçasına hareket ederken, olay siyasi denmesini ayıplıyorum.
Daha önce kaybolduğu, yerinde duramayan kıpır kıpır bir çocuk olduğu söylenen Pamir' in cansız bedenine 24 saat sonra yan evin havuzunda ulaşılınca herkes "nasıl oldu" sorusunu sordu haliyle. Soruşturmayı yürüten savcı Levent Çağıl' ın darp izine rastlandmasığına dair yaptığı bir açıklama var. Sonrasında ise konuyla ilgili tek bir gelişme yok gözüküyor.
Pamir' in kaybolma olayıyla aynı günlerde Kars' ta kaybolan 9 yaşındaki Mert' in ise soruşturması tamamlandı ve detaylar kamuoyunda geniş yer aldı. Yakınlarının yanından nasıl uzaklaştığı, daha sora başına gelen talihsizliklerin hepsi tüm ayrıntılarıyla yankı buldu. Ne yazık ki bir kaçırılma ve tecavüz olayıydı. Zanlının yakalanrak hapse girmesiyle konu sonuçlandı.
İstanbul’ da 3. Köprü yapımı için kesilen ağaçların sayısı milyonlarla ifade ediliyor. Çıkan orman yangınlarında kül olan ağaçları saymaya kalksak…
Bir ağaç 20 kişinin canına can katarken, pervasız bir şekilde onları yok ediliyor. Bahaneler kalkınma, turizm, inşaat sektörü vesaire… Bunların hiçbiri umurumda değil. Özenerek büyüttüğüm çocuğum 20 yıl sonra nasıl bir dünyada yaşayacak, çok merak ediyorum.
Aslına bakarsanız 10 yıl sonrası kafamın içinde bir muamma. Bilim dünyası buzulların beklenenden çok daha hızla eridiğini söylüyor. 1980’deki buzul kütlesinin üçte biri artık yok.
İstanbul'da bir market sahibi, alışveriş yapmakta olan anne ve çocuğu azarlar. Gürültü yaptıklarını için marketi terk etmelerini ister. Fakat farketmediği tek şey çocuğun otizmli oluşudur.
İşte bu olayda olduğu gibi hergün ülkenin her yerinde pek çok otizmli, zihinsel engelli çocuk ve ailesi dışlanıyor, kovuluyor. Küçümsenip hakaretlere uğruyor. Olan da bu çocukların bakımından 7/24 sorumlu olan annelerine oluyorlar.
Sonunda kendi aralarında destek timleri oluşturmuşlar. Kovalayan market sahibi, apartmandan atmaya çalışan komşu, okulda ayrımcılık yapan müdür... Kim varsa karşısına dikilip haklarını arıyorlar.
Bu eşiği geçen kaç psikoloji bölümü mezunu var biliyor musunuz? 800. Haydi yeni eklenenlerle 1000 kişi olsun. Koskoca Türkiye’ nin ruh sağlığı 1000 psikologa emanet. Teşhis koyup, terapi yapabilmek için ise gerekli niteliklere sahip uzman sayısı sadece 400. Bunlardan kaç tanesi çocuk ve ergen psikolojisi üzerine master ve doktora yapmış olabilir? 200, 150…? Haydi 100 olsun.
22 milyon çocuk bölü 100 çocuk psikoloğu eşittir 22.000 çocuğa 1 çocuk psikologu. Ne kadar az bir oran.
Bu rakamlar cepte dursun. Şimdi şöyle bir etrafımıza bakalım. Pek çok yerde psikiyatr, psikolog ve psikolojik danışmanlar göreceğiz. Birden görünen kalabalık ile somut veriler çelişiyor gibi gözüküyor. Demek ki yayın organlarını aracılığıyla bilgi yaymak ve danışanlara ulaşmak bu işin önemli bir parçası.
Ancak ortada bir kavram karmaşası var. Pedagog kimdir, psikolog kimdir, çocukların davranış veya psikolojik sorunu olduğunda kime danışmalıyım sorusunun yanıtını Türkiye’ de ebeveynler tam olarak bilmiyor. Tam olarak durum şöyle:
- Pedagog: Türkiye’ de üniversitelerde pedagoji lisans bölümü yok. En son 1980 yılında İstanbul Üniversitesi Pedagoji bölümü kapatıldı.Bölüm olmadığı için haliyle resmi ünvanlı pedagog yok.
- Çocuk psikoloğu: Üniversitelerin psikoloji bölümünü bitirmiş +çocuk ve ergen psikolojisi üzerine master bitirmiş uzmanlar çocuklara teşhis koyabilir, terapist eğitimi aldıysa ise terapi yapabilir.
- Çocuk psikiyatristi: Tıp fakültesi mezunu olup, TUS’ a (tıpta uzmanlık sınavı) girerek çocuk ve ergen psikiyatrisi uzmanlığını tamamlamış hekimler çocuklara teşhis koyup reçete yazabilir, psikoterapi eğitimi varsa terapi yapabilir.
Doğumdan sonra ilk 2 ay 10 cc’ den az gelen sütün 3. Ayda 150 cc olması ve 20 ay süren emzirme macerasından yola çıkarak paylaşıyorum.
“Doğuma hazırlananlara ne tavsiye edersiniz?” sorusu sorulduğunda genelde aynı yanıtı veririm: bebek bakımı kadar bebeğin ve sizin duygusal ihtiyaçlarınızı nasıl karşılayabileceğinizi öğrenmeye bakın.
Örneğin emzirme… Baktığınızda memeden süt gelir ve bebek emer. Ama aslında olayın fizyolojik perde arkadaşında sımsıkı bir hayata bağlanma mücadelesi yatıyor. Annesinin memesine sımsıkı sarılan bebek aslında hayata sımsıkı sarılıyor. Gelen süt sadece karnını doyurmuyor, bebeğin her ne kadar sağlıklı da olsa, yaşama tutunma mücadelesini, hayatta kalma savaşını, güven, korunma, sevgi ve şefkat duygularını özümsediği için o minicik kalbi ve temiz ruhu doyuyor.
Anne stresli olunca bebek de ağlıyor; anne lütfen kaygılanma, senden bana geçen stres hormonlarının kokusu süt emmemi engelliyor. Herşey geçecek anne, beni bırakma yeter. Stresli annenin bebeğindeki ağlamayı tercüme edecek olursak yan yana gelecek sözler bunlar olurdu herhalde…
Emzirirken sıkılıyor musunuz? Çok mu gerginsiniz? Sütünüzün az olmasına mı üzülüyorsunuz? Dünyanın gri bulutlarla kaplı, kötü bir yer olduğunu mu düşünmeye başladınız? Pekala, anlatacaklarım var.
Önce size bebeklerin gücünden bahsetmek isterim: 9 ay sizin kalbinizi dinlerler. Doğduktan sonra şu koskoca dünyaya alışmak için yine sizin sesinizi, kokunuzu ve kalp sesinizi dinlemek isteyeceklerdir. Bu arada müthiş bir tutunma söz konusuna şahit olursunuz. Siz parmağınızı uzatırsınız, o minicik elleriyle hatta kollarıyla, bazen gülerek, bazen gözlerini kocaman açarak yani bütün varlığıyla size konsantre olarak parmağınızı tutar.
Şimdi sıra sizde. Siz de bütün varlığınızla ona konsantre olun. Onu emzirirken göz göze gelin, bakışın. Siz ona bir şeyler anlatırken tıpkı 9 ay karnınızda sizi dinlediği gibi, sesinizi, anlattıklarınızı dinlesin. Koklaşın. Emzirirken siz de gevşemeye bakın. Çok acil ve gerekli olmadıkça akıllı telefonunuzu emzirme sırasında kullanmayın. Bu sizin en özel anınız.
Bebekler ihmal edilip edilmediklerini anlar. Emzirme sırasında annenin başka şeylerle ilgilenmesini fark ederler ve buna genelde farklı zamanlarda ağlayarak tepki verirler. Bu nedenle yaşam kaynağı olduğunuz o minik varlığa mesafe koymayın.
Özel gereksinimli çocuk büyütmenin ne kadar zor bir iş olduğunu tahmin edersiniz. Bu yazıyı okuyan engelli çocuk aileleri, özellikle anneleri bunun ne demek olduğunu, ne gibi bedeller ödendiğini bir kez daha hatırlayacaklardır. Bendeniz ise meslekten dolayı biliyorum; özel eğitim sınıflarını okul müdürlerine kabul ettirmek çok güçtür.
Okul imajının sarsılacağını iddia ederler veya okul başarı ortalamasının düşeceğini… Çoğu kez koskoca binada yer olmaz özel eğitim sınıfları için. Olsa da en köhne yer uygun görülür.
Yıl olmuş 2014, halen bodrum katından bozma yerleri özel eğitim sınıfları yapıyorlar. Neymiş, bu kadarı yetermiş, sağlıklı çocukların sınıfa ihtiyacı varmış… Ayrımcılığın bu boyutu herkese hizmet verme yükümlülüğü olan devlet okullarında yaşanıyor.
Özel okullar meselesini hiç açmayayım diyorum ama durum pek iç açıcı değil.
Oğlum için okul araştırıyorum. Gittiğim her okulda “özel gereksinimli çocukları kaydediyor musunuz” sorusunu soruyorum. Çoğu yetkili “ohh, hayır, biz böyle bir şey yapmıyoruz” diyor. Ayrımcılık istediğim, çocuğum gerçek hayattan birhaber, klinik ortamda steril büyüsün isteyenler ebeveynlerden sanıyor olabilirler. Bu durumda ben de ters köşeden şut çekiyorum: “Niye, oğlumun sınıf veya sıra arkadaşı farklı gelişim gösteren bir çocuk olabilir. Bunun ona ve sınıf arkadaşlarına çok şey katacağını düşünüyorum. Bence bu fikrinizi bir kez daha gözden geçirmelisiniz”. Sizi bilmem ama gündem adına küçük, özel eğitim adına büyük bir meseleyi dile getirdiğimi düşünüyor, bir nebze hafifliyorum.
Bunlar özel gereksinimli çocuklara yapılan ayrımcılığa karşı b,reysel çabalar. Bir de sivil toplum örgütlerinin yaptığı çalışmalar var ki sıkı takipçisiyim.
Geçtiğimiz haftalarda Aylin Yüksel Sezgin’ in ile güzel bir kahve sohbetimiz oldu. Özel eğitim ve bizim çocuklarla ilgili konuştuk. Kendisinden bizzat duyunca çok mutlu olduğum bir haberi sizinle paylaşmak isterim: Tohum Otizm Vakfı San Joseph Fransız Lisesi’ nde ÖZEL EĞİTİM SINIFI açıyor. Vakıf bu haberi internet sitesinde ve sosyal medyada paylaştı. Bence çok güzel bir başlangıç bu.
Otizm tanısı almış 14 yaş ve üzeri çocuklar için oluşturulacak özel eğitim sınıfı hakkında bilgi almak istiyorsanız 212. 244 75 00’ dan bilgi alabilirsiniz.
Gecenin karanlığı ve sessizliğinde herkesin uyuyuşunu izliyorum. Dünya yeni birgüne hazırlanıyor. Ben ise kafamı duvara yaslamış, elimde bir bardak suyla yıldızları seyrediyorum.
Çok uzaklara bakıyorum ki, içimi kasıp kavuran, bir ateş topu gibi karnımın ortasında duran özlemlerimi görmeyeyim.
Uzaktaki oğluma kavuşmaya bir kaç gün kaldı. Derin nefes alıp sayıyorum: 3, 2, 1...
Geriye saydıktan sonra balımın öne düştüğünü farkediyorum. Ateş topları arasında yok olmuş masumlar. Zaten gecenin karanlığı gibi zifiri bir boşluk bu. Kayıp duygusunu yaşamanın kenarında durmak... Zor geliyor.
Kalan 3 günü, yitip gidenlerin yanına koyunca; dinginlik, büyük bir gürültüyle havalanarak şehrin göğünü delen uçağın yaptığı gibi, delik deşik oluyor.