Paylaş
Özlem ve Yaz, Foça Dörtlükleri adlı kitabıyla sadece Foça’ya değil Ege kültürüne dair güzellikleri de aktaran Behramoğlu, derin duyguları müthiş yalın anlatımıyla bizleri bu güzel coğrafyaya yeniden hayran bırakacak gibi görünüyor. Ataol Berharmoğlu ile Foça’ya dair güzellikleri konuşurken bizi tablo gibi fotoğraflarla tamamlayan sevgili Özlem İşbilir’e de teşekkür ediyorum.
70’Lİ YILLARDAN BERİ TAKİP EDİYORUM
- Foça’ya olan ilginiz nasıl başladı?
- Aslında bir tesadüfle 1970’li yıllarda arkadaşlarımla Akdeniz, Ege yolculuğu yaparken geçtim ilk Foça’dan ve daha o zaman çok sevmiştim. Sonrasında birkaç kez daha yolum düştü Foça’ya. Her seferinde beni en çok etkileyen Foça’nın hiç değişmemiş olmasıydı. Bu çok önemli çünkü özellikle denize kıyısı olan şehirlerimiz tanınmaz hale geldi. Denizle alakaları kalmadı, denizleri bozuldu. Ama Foça öyle değil. Bir de benim eşim Hülya’nın en yakın dostu olan emekli ağır ceza yargıcı Suzan Yaltı buralıdır. Eşi Barolar Birliği Başkan Yardımcısı Başar Yaltı ile burada kaldıklarından onlara sık gidip geliyorduk. O zaman Foça’yı daha da çok sevdim. 3-4 yıldır yazları burada geçiriyorduk şimdi ev aldık.
- Ne kadar zamanda yazdınız ‘Foça Dörtlükleri’ni?
- Aslında 2 yıl sürdü. Genellikle sabah erken yürüyüşlerde insan düşünüyor, farketmediklerini görüyor, balıkçılar, kediler, deniz insanı etkiliyor. Zaten sabah saatlerini severim, benim daha çok çalıştığım saatlerdir. Yayınevi sahibi bunları kitap ve sunumla duyuralım dedi. Hatta Belediye’deki toplantıda Foçalıların çok heyecanlandığını gördüm. Böylelikle Özlem ve Yaz üst başlığıyla Foça Dörtlükleri kitabı çıktı.
FOÇA SON AŞK OLACAK GİBİ
- Foça Dörtlükleri nasıl doğdu, Foça size ilham kaynağı oldu diyebilir miyiz?
- Öyle diyebiliriz hatta ilk dörtlüğün hikayesini anlatayım size. Burada güneşin çok güzel battığı ve dolunayın izlendiği İngiliz Burnu adında bir yer var. Arkadaşlarımız sıklıkla gider ve her seferinde beni de çağırır. Hatta ben ‘kaç kez gördüm’ diyerek bazen gitmezdim. O zaman bana ‘ya sen ne biçim bir şairsin!’ diyenler olurdu. Ben nasıl bir şair olduğumu göstermek için bununla ilgili bir dörtlük yazmaya karar verdim. İngiliz Burnu’nda Dolunay’ Ustasından aldığı ışıkla Ay, geceyi aydınlatıyor. Meydanı boş bulup Güneşin yokluğunda aşıklara hava atıyor’. Sonra Romanya’ya gitmiştim ama orada ikinci bir dörtlük düştü aklıma. Son ‘Çok yıllar sonra gördüm Foça’yı, duygusu aşk gibi bir şeydi. Yıllar sonra yine karşılaştık, şimdi de son aşk olacak gibi’... Yani artık dörtlükler arka arkaya gelmeye başladı. Foça’nın kedileri, balıkçıları, yeryüzü pazarı, değirmenleri derken esin gelmiş oldu ve Foça Dörtlükleri oluştu.
FOÇA GİBİ DEĞİŞMEDEN DEĞİŞMELİ
- Foça’da sizi en çok etkileyen nedir?
- Doğayla bağını kaybetmemesi, insanların da buna uyum sağlaması, kimliksizleşmemesi, kendisini koruması. Aslında biz yazlarımızı Büyükada’da geçiriyorduk ama maalesef Büyükada mahvoldu. Orası ile bağımızı koparmadık ama Foça bizim için çok özel bir yer haline geldi. Foça denizin ve doğanın güzelliklerini doyasıya yaşadığımız, balığa doyduğumuz harika bir yer. Zaten dörtlüklerde de anlattım bunu. Mesela Değişmek adlı dörtlükte ‘Değişmek eğer yasasıysa doğanın güzel de değişecektir ama Foça gibi değişmeden değişmeli’ diyorum.
- Foça’nın böyle korunmuş, korunaklı kalmasını neye bağlıyorsunuz?
- Aslında doğayı her yerde korumamız gerekli. Türkiye derin kültürel geçmişi, kökleri, gelenekleri ve doğasının farklılığıyla olağanüstü bir ülke. Değerini bilmiyoruz. Mesela Artvin’de altın çıkarma konusunda ben diyorum ki altın biter sonunda ama doğa mahvolur. Oysa turizmden gelecek olan gelir hiç bitmez, sonsuzdur, torunlarınız da yararlanır. Bu tamahkar yaklaşımı anlayamıyorum. Foça’nın korunaklı kalmasının nedeni büyük olasılıkla burada askeriyenin bulunması nedeniyle sit alanının fazla olması, bir de buraya sahip çıkan aydın insanların olması. Büyük çoğunluk burayı korurken bazıları da değişsin, daha çok para gelsin istiyor. Ama çok şükür onların dediği olmuyor ve Foça şiirlere konu olabilecek kadar güzel kalıyor.
HER AN, YA DAHA ÇOK YA DA DAHA AZ İNSAN OLURUZ
- Şiir kültürü ülkemizde pek yaygın olamıyor maalesef. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
- Şiir kesinlikle bir kültür olayı. Bizim halkımız iyi şiiri sezer çünkü büyük bir halk şiiri geleneğinden gelir. Ama modern, çağdaş şiiri anlamak çaba ve emek ister bu da bir eğitim meselesidir. Herkes şiir yazar, hatta birçokları şiir yazmayı dünyanın en kolay işi sanıyor. Oysa şiir bence hayatın esasıyla ilgilidir. Bodleaire ‘Şiirsiz Yaşayamam’ der ki ben de aynı fikirdeyim. Çünkü şiirde, dilde yoğunlaşan duygu ve düşüncenin yerini başka hiçbir şey tutamaz. Ben bunu 10 yaşımda fark ettim. Büyük şairlerimiz Ömer Bedrettin Uşaklı, Kemalettin Kamu, Necip Fazıl gibi şairlerin dizlerinin yerine hiç bir şey koyamazsınız. Tek bir dizede sizi çarpar. Ama insanlarımız yaşamlarını algılamaktan uzaklaştığından şiiri de algılayamıyor. Hayat hareket halinde olan bir şeydir, bir mucizedir. İnsan da hareket halindedir. Her an daha çok insan olunur ya da daha az insan olunur. Bu noktada şiir sizin kimliğinizi, dilinizi geliştirir.
- Peki hayatında hiç şiir olmayan kişi neleri ıskalıyor?
- Kendini ıskalıyor... Kendinin farkında değil, bu yeryüzünün, kendisinin de burada olduğunun farkında değil. Ot gibi yaşıyor. Zaman dediğimiz şey sadece rakamlarla ilgili değildir, algı meselesidir. Bilgi ve duyguda derinleşerek zamanı da daha farklı algılayabilirsiniz. Herkes birbirinin bir parçasıdır. Ben hayatı çok severim, her sabah bende yeniden başlama duygusu uyanır. Şiir bunu çok destekler.
MATBAA OKUMAYI, SOSYAL MEDYA YAZMAYI ÖĞRETTİ
- Türk Edebiyatı’nın bu dönemdeki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Geçen yıl Yaşar Kemal’i, geçen hafta da Vedat Türkali’yi kaybettik. Biri daha çok kırsal diğeri kentli insanımızı anlatırlardı. Yaşar Kemal’de müthiş bir dil zenginliği, Vedat Türkali’de de olağanüstü bir hareketlilik, görsellik anlatımı vardı. Her ikisi de bizi, bizim insanlarımızı anlatır ve dünya çapında yazarlardır. Böyle yazarlar çıkarmış bir edebiyatın yok olması mümkün değil. Bütün mesele edebiyatçının kendi ülkesine, kendi insanına doğru bakabilmesi, onu dünyadan yalıtmadan doğru algılayabilmesi ve anlatabilmesi.
- Sosyal medya nasıl etkiliyor sizce edebiyatı?
- Julian Assange’ın bir sözü var; ‘Matbaa insanlara okumayı, sosyal medya ise yazmayı öğretti’ der. Herkes bir şey yazıyor. Tabii bir yandan büyük bir kirlilik var ama öte yandan büyük pırıltılar da var. Bir bakıyorsunuz bazı yazılarınız 30 bin kez okunmuş ama bazı yazılarınız yanlış yazılıyor. Sosyal medya çok önemli ama bence her insanın kendini her şeyden soyutlamayı öğrenmesi gerekli. Televizyondan, gazetelerden, etraftan uzaklaşması doğaya dönmesi gerekli, kafayı boşaltmalı. Bunu yapabiliyorsa sorun yok ama sosyal medyaya gömülüp kalıyorsa iyi değil.
HER KİTABIM, HER YIL YENİDEN BASILIYOR
- Geçen yıl şairlik yaşamınızın 50. yılıydı. Siz bugün kendinizi mesleğiniz açısından nerede görüyorsunuz?
- İlk şiir kitabım 1955’te çıkmıştı. Geçen yıl o kadar güzel kutlamalar yaşadım, yazar arkadaşlarımın sevgisi, okurların ilgisi beni çok mutlu etti ve anladım ki eğer doğru yaşarsanız, insanlara gerçekten bir şeyler verirseniz hayatınız boşa gitmiyor. Ben bunu kitap fuarlarında da yaşıyorum, görüyorum. Kitaplarımın 50 yıldır çok büyük tirajlarda olmasa bile her yıl her birinin tekrar tekrar basılması beni çok memnun ediyor. Birçok şiirimin de çok değerli müzisyenler tarafından bestelenmesi çok önemli bir şarkı külliyatı yarattı.
- Devam eden başka çalışmalarınız var mı?
- Kendi şiirlerimden çocukların da tat alabileceği ve etik olarak faydalı olabileceğine inandığım bir seçki yaptım. Çocuk şiirleri değil ama bence onların da anlayabileceği ve etkilenebileceği şiirler. Hatta çeviri yaptığım dünya şiirlerinden de derleyerek ‘Bir Çocuğa Layık Olmak’ adıyla basılıyor.
Paylaş