BENCE, dünya mizah edebiyatının en leziz, enfes eserlerinden biri olan Giovanni Guareschi’nin “Don Camillo” serisi, yazma dürtüsü ve becerisi üzerine evrensel kaygıyı, yaşamın vazgeçilmezleri üzerine oturtanlar için benzersiz bir izlek sunar.
Öyle bir izlektir ki o, önsözünde, günlük bir gazetedeki yazısını teslim saati için editörü tarafından sıkıştırılarak dakikaları sayan bir yazar için yumurtanın kapıya değil sıkışmak, kapısının menteşelerini zorladığı anları anlatır. İşte o yumurta ki, Guareschi’ye, sadece dünya mizah edebiyatının değil, siyasi yazarlığın da kapılarını ardına kadar açan iki karakterini, papaz Don Camillo ve Po Irmağı Vadisi’ndeki züğürt kasabanın komünist belediye başkanı Peppone’yi yarattırmıştır. Yoksul tiyatronun yaratıcılığı tetiklemesi gibi, edebiyat da, zaman yoksunu yazara tiyatro örneğindeki gibi bir buçuk metre kumaştan bir kostüm, geçmiş sezon oyunundaki perdeden bir koltuk döşemesi, bir tırnak makasıyla kesilmiş karton şapkalar yarattırır. Hepsi kıymetlidir, hepsi emek ürünü. İşte günlük de yazsa, haftalık da, bence bir gazete yazarı, bazen konu bolluğundan bazen konu yoksunluğundan üretim darlığına düşer. Aslında konu az değildir de, tekrara düşmekten korkulur. Örneğin bendeniz; Bu hafta da; Kemal Sunal filmlerinin televizyonlardaki sayısız tekrarı gibi Ankaraspor gerçeğini anlatmaya çalışsam da... Ya da, içki yerine “mumbar sorunsalı” üst başlıklı sakadat referandumu önerimin ciddiye alınmasını beklesem de... Ya da bir hastanede, sadece çalışmayarak insanların canına kasteden ve bu bireysel direnişiyle kent yöneticilerini aklayan o hain asansörleri kafama taksam da... Ya da, 650 mühür damgalı kaçak LPG istasyonlarına karşı kimbilir belki 67’nci meydan muharebesini veren, ama bürokrasinin o aşılmaz duvarına toslayan kahraman zabıta erlerinin mücadelesini dert edinsem de... Bazen sorunları bu kadar “eski” bir kentte yazacak “yeni” bir şey bulamıyorum. İşte o zaman kahraman okur imdadıma yetişiyor. Tıpkı “ütü tutmayan”, her işte çıraklıktan öteye gidemeyen “Profesyonel Çırak Durali Malamut”un mektubu benim feryadımı duyup, kapının altından usulca bana uzanana kadar. Durali Malamut kimdir, kim değildir, var mıdır, yok mudur ya da birilerinin hayal mahsülü müdür bugünden bilmek mümkün değil. Bilmek gerekli midir, ondan da emin değilim. Bildiğim iki gerçek var. Birincisi Durali’nin son derece bozuk olan temel imla hatalarını düzeltmeye çalıştığım. Diğeri de, başkanlara hitaben yazıp bana da “ilgi” satırı açan Durali’nin bana yazmaya devam etmesi dileğim. İşte Durali Malamut’un belki de hepimize yazdığı mektubu:
AMAN SEYFI ABI BENI EVDEN ATMA
PEK saygı değer başkanım Melih Başkan, Sana bi kelime konuşayım. Ben Durali Malamut. Sana bu satırları Hasköy’den yazdım. Pek sayınım, başkanım, Demiş miydim bilmiyorum ben iki göz odada oturuyorum, Hasköy’de. Şöyle ki, bu iki göz oda bodrum katta. Geçen hafta ben yeni işime yeni başlamıştım ki, yan dükkandan bizim Deli Emin seslendi, televizyonu açtık. Bakma deli dediğimize, cin biber gibidir. Baktık ekranda sen. Dedin, “Aman ahali, yağmur yağacak, sel gelecek, dikkat ki aman dikkat.” Saydın saydın, dedin “Buralarda bodrum katlarda oturanlar komşularında kalsın.” Seni seyreder seyretmez topukladığım gibi bizim mahalleye yollandım. Sokaktan bir geçişim var ki, söylemesi ayıp bir tarafıma nişadır sürüldüğünü sanırlar. Eve bir vardım ne göreyim? Bizim hanım apartmanın önüne atmış minderi, çekirdek çitliyor. Tuttuğum gibi kolundan, iki kat üstteki komşum Seyfi abide aldım soluğu. Dedim, “Başkanım diyorsa doğrudur, Seyfi Abi biz burada kalacağız.” Seyfi abi iyi adamdır, baba adamdır, “He” dedi. O der demez, hanım bizim bebeleri de kaptığı gibi, bi yerleştik ki Seyfi Abi’ye, onlar da çok sevindiler. Demiş miydim, bizim bebeler, ellerinden öperler, yedi tene. İşte başkanım o gün bugün biz Seyfi Abilerdeyiz. İftar da güzel, sahur da... Bebeleri de salmıyorum ki, ne olmaz ne olmaz sel alıp götürmesin. Ben de gitmiyorum işe, sen de ki, benim yeni iş de oldu eski. İlk iki gün geçti, baktım Seyfi abi camın önünden ayrılmıyor. Yemek yerken bile bi gözü pencerede. Sanırsın ki sel bekliyor. Ama biliyorum yapmaz Seyfi abi. Zaten sen demişsin, sel gelebelir. Ama yine de Seyfi abi arada diyor, “Oğlum Durali sel mel gelmiyor!” İşte başkanım, öyle böyle bir hafta geçti biz hala Seyfi abilerdeyiz. Bana sorarsan halim hoştur, keyfim iyi. Ee bebeler de mutlu. Ama Seyfi Abi de huylu adam canım. Yok, bir şey dediği yok da, ben hissediyorum, yenge mızırdanıyor. Seyfi abi diyor, “Bayram geliyor.” Hergün dürtüyor, “Oğlum Durali, in artık evine!” Başkanım senden maruzatım, şu Seyfi abiye bi ses ediver. Malum bayram kapıda. De ki “Geçmedi sel tehlikesi. Durali oğlum, orda dur.” Selam ederim, bebeler ellerinden öper. Profesyonel çırak, Durali Malamut.
Fısıltı gazetesini yazsak ne olur
BİLMİYORUM kaç kez yazdım. Futbol Federasyonu’nun kararlarının ötesinde Ankaraspor A.Ş.’nin bir birinci lig takımını nasıl ele geçirdiği araştırılmalı. Ne bir ses var, ne bir nefes. Oysa Başkent’in fısıltı gazetesinde konuşulanları yazsak belki konu mahkemeye taşınır da hiç olmazsa hukuki boyutları ortaya çıkmış olur. Ama tabi ki belgesiz gazetecilik bizlerin yapacağı iş değil. Federasyon bazı cezalar verdi. En akılda kalanı hepimize ait olması gerekirken 10 şanslı kişiye ait hale getirilen Ankaraspor’un küme düşürülmesi. Umarım Ankaraspor A.Ş.’nin 10 şanslı ortağı, Onursal Başkan Melih Gökçek’in dediği gibi konuyu tazminat açısından mahkemeye taşır da en azından mevzu ilk kez bir hakim karşısına çıkar. Kimbilir belki bir Ankaralı, zarara uğrayanın şirket ortakları değil, Ankaralılar olduğunu söyleyip davaya müdahallik talebinde bulunur. Burası Türkiye ne olacağı belli mi olur?