ÇARŞAMBA günü, Türkiye’nin dört bir yanındaki hidroelektrik santrallerine karşı yürütülen mücadelenin anlatıldığı Sudaki Suretler filminin galası vardı.
Gala, Hopa’daki olaylar sırasında polisin sıktığı biber gazının tetiklediği kalp krizi sonucu yaşamını yitiren Metin Lokumcu anısına düzenlendi. Filmi ikinci kez izledim. Bu sefer daha da dikkatle... Filmin en çok dikkat çeken kısımlarından birisi direkt olarak bölge halklarının sesine kulak vermesi. Film boyunca, Kastamonu’dan Muğla’ya, Trabzon’dan Rize’ye, Dersim’den Antalya’ya, HES inşaatlarından en çok etkilenen ve yürütülen mücadelenin baş aktörleri, yani halk konuşuyor. Anlatıcı kullanılmamış. Ya da uzun ağdalı cümlelerle süslenmiş bir estetik kaygı yok. Sadece halk var. Gencinden yaşlısına, sağcısından solcusuna, tüm bölge halkları yerini, yurdunu, suyunu nasıl savunduğunu anlatıyor filmde. Örneğin bazı kişilerin gelip kendilerini HES’lerle ilgili “bilinçlendirmek” için konuşmalar yaptığını anlatan bir çiftçinin karşı çıkışı duyuluyor: “Sen benim damarıma şırıngayı takmışsın, gel ben seni bilinçlendireyim be cahil adam.” Bir diğer ses Artvin’den geliyor: “Kuş dalında özgürdür, dere de yatağında özgürdür, HES tribünlerinde değil. Biz bunu böyle biliyoruz. Dere özgür aktıkça biz de böyle yaşayacağız.” Filmi izleyince Başbakan’ın, çevre bakanının HES’lerle suyun doğadan koparılmadığına ilişkin sözlerinin nasıl havada kaldığını bizzat görüyorsunuz. Borulara, kanallara sıkıştırılan derelerin artık o bölgeye hiçbir faydası olmayacağını anlıyorsunuz. Bu noktada enerji ihtiyacı tartışması tüm anlamını yitiriyor. İnsanlığın vahşetinin doğayı getirdiği nokta zaten ortada. Suyundan koparılmış toprakta otun bile bitmeyeceği gayet açıkken, artık laf cambazlığına tahammül gösterilmemesi gerektiği de yüzünüze çarpıyor. Film, Dilan Öztoprak’ın sesinden “Dere akar bulanık” türküsüyle son buluyor: “Dere akar bulanık, köpüğünden alalık / Ha bu ışıklı dünya, oldu bize karanlık.” Bu coğrafyanın sularının karanlıklardan akmaması için bir duruş gerekiyor. Bu duruş, doğanın yanındaki duruştur. Doğaya “rağmen” yapılan işlerin insanı tekerlek içinde dönen hamsterdan başka bir şey haline getirmediğini görmek gerekiyor. Yoksa doğa zaten bunu gösteriyor.
Sözün üçü beşi
KÜLTÜR ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın “hayali”ndeki proje. Günay bu hayalini, göreve geldiği ilk günlerde -ki bu dört yıl öncesine tekabül ediyor- seslendirmeye başlamıştı. Bu hayalin hayata geçmesi bekleme hala sürüyor. Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Murat Süslü yeni bir açıklama yapmış. Süslü, Uygarlıklar Müzesi’nin “bir iki yıl içinde” hizmete gireceğini söylemiş. Bu ülkede ben bu tür zaman yuvarlamalarından hep korkarım. Bir-iki yıl. İkisinin arasında koca bir tam yıl var. Üstüne üstlük, bu ülkenin geçmişinde, tarih telaffuz edilip, garantiler verildiğinde bile bir türlü tamamlanamayan onlarca yatırım var. (Yeri gelmişken Gökçek’in tamamlanamayan metrolarını hatırlamak gerekir.) Durum böyle olunca “bir iki yıl gibi muğlak bir ifade” beni şüphelere gark etti. Umarım bu “bir-iki yıl” daha sonra “iki-üç yıl”, ardından “üç-beş” yıla dönüşmez.