Hollande’a isyan eden 3 bakanın değiştirilmesi neden bu kadar köklü ideolojik tartışmaları da beraberinde getiriyor sizce ? Neden şimdi? Neden sosyalist bir cumhurbaşkanı partisinin sol kanadını hükümetten tümüyle kazıdı ve bundan hiç rahatsız olmuyor. Hollande’ın daha önce göremediği ve şimdi farkına vardığı bir gerçek mi var ki, “Benim en büyük düşmanım finans dünyası” derken, birden sert bir U dönüşüyle “Şirketlere 40 milyar euro destek vereceğiz” demeye başladı?
Fransa’daki hükümet krizi yalnızca politik bir kriz değil. Cumhurbaşkanı François Hollande ve liberal Başbakanı Manuel Valls ile partinin sol kanadını temsil eden eski Ekonomi Bakanı Arnaud Montebourg arasındaki kavga ideolojik bir kavga. Ve bu kavga aslında yeni bir kavga değil, 20’inci yüzyılın sonunda başladı ve sosyalizminin 21’inci yüzyılda nasıl tanımlanacağına ait sancının bütün belirtilerini gösteriyor.
Le Monde gazertesi, Hollande-Valls ve Montebourg arasındaki kavgayı Alman Başbakanı Gerhard Shröder ile efsane Maliye Bakanı, Avrupa solunun en önemli isimlerinden Oskar Lafontaine’in kavgasına benzeten bir makale yayınladı. Lafontaine , 11 Mart 1999 tarihinde, özellikle enerji şirketlerinin vergilendirilmesi yasası konusundaki uyuşmazlık sonucu tartışmalı geçen bir bakanlar kurulu toplantısının ardından, kapıyı çarpıp gitmişti. Bu istifadan Fransız sosyalistleri de büyük umutsuzluğa kapılmış, PS’in o zamanki Genel Sekreteri François Hollande, “Alman solunun kendileri için artık model olmadığını” söylemişti.
Tıpkı bugün Montebourg’un istifasında olduğu gibi, finans dünyası Lafontaine’in istifasına sevinmişti. The Sun gazetesi Lafontaine için “dünyanın en tehlikeli adamı” demişti. Milliyet Gazetesi “Sanayiciler memnuniyetle karşıladı” diye duyurmuştu (13 Mart 1999). Bugün bunları hatırlatan Le Monde gazetesi bile Lafontaine’i “yüzyılın son sosyalisti” sözleriyle uğurlamıştı. Ardından bir teneke bağlamadıkları kalmıştı. Bu istifanın ardından Alman solu yıllarca, “Partonların yoldaşı” adını taktığı Schröder’in sosyal reform vaatlerini yerine getirmediğinden sızlandı. Ama Schröder rahattı artık, sert reformları uygulamaya geçebilirdi.
Aynı dönemde Schröder’e ilham kaynağı olan İngiliz İşçi Partisi’nin başındaki Tony Blair de, liberal fırçasıyla yeni bir sol çiziyor, “güleryüzlü sol” dan, “yeni orta”dan bahsederek sosyalizmin yaşadığı bu sancılı değişime yeni isimler bulmak için bütün yaratıcılığını kullanıyordu.
Hatta Deniz Baykal’ın yönettiği CHP’nin de, Blair ve Schröder örneklerinden esinlendiği kongreyi ve “orta sol” kavramının yarattığı havayı, “artı ve eşit” sloganıyla Türkiye’ye aktarmaya çalışmasını dün gibi hatırlıyorum.
O zaman iktidarda olmayan Fransız sosyalistleri bu değişimden nasibini almamıştı. Ancak Euro krizinin vurduğu Fransa’da sosyalistler şimdi derin bir çatırtı ile köklerinden kopuyor. Ekonomi Bakanı Arnaud Montebourg, Lafontaine ile aynı gerekçelerle kapıyı çarptı. O’nun gidişiyle derin bir nefes alan Hollande ve Başbakan Manuel Valls, Fransız ekonomisinin başına 36 yaşındaki genç “sosyal liberal” ekonomist Emmanuel Macron’u getirdi. Macron’un kimliği yeni bir yazıya konu olacak kadar renkli. Liberal-solcu olduğunu hiç saklamadığı gibi bununla gurur da duyan bir sosyal-liberal.
Bugün Fransa’da sağı, solu, herkesin kulaklarında, Hollande’ın “Bourget konuşması” diye anılan mitinginde “Benim tek düşmanım var o da finans dünyası” ya da “Zenginler de elini taşın altına koyacak, zenginlerden yüzde 75 vergi alacağız” vaatleri çınlıyor.
“İslam Devleti” tanımını ilk kez 2006’da El Kaide’nin Mezapotamya ayağını kuran El Kaide dile getirdi. Amerika’nın Irak’ı işgaline karşı El Kaide’nin bir branşı olarak Irak’ta doğan grup, daha sonra bağımsızlığını ilan ederek ismini “Irak İslam Devleti” olarak değiştirdi. Tam olarak bir devlet denemezdi ama ana hatlarıyla bakanlıklar belirlenmiş, iletişim ve savaş gibi ana bakanlıklarda bir hiyerarşi kurulmuştu. 2010’da grubun başına geçen Ebubekir El Bağdadi, sivil savaşta rol almaları için adamlarını Suriye’ye gönderince, ‘Jabat El Nusra’ (El Nusra Cephesi) ortaya çıktı. 2013’te Bağdadi, El Kaide lideri Eyman El Zewahiri’nin, “Irak’a dön” talimatına ve El Nusra’ya karşı gelerek örgütün Irak ve Suriye’deki ayağını birleştirip ‘Irak ve Şam İslam Devleti’ni (IŞİD) ilan etti. Zewahiri bu yapının El Kaide ile bağlantısının koptuğunu duyurdu, IŞİD bölgede El Nusra ile çatışmaya başladı. Ama giderek hem eylem kapasitesi hem de finansal yapısıyla Irak ve Şam sınırlarında adını duyuran Bağdadi, bu sınırlar dar gelince, 29 Haziran 2014’te örgütün adını genelleştirerek “İslam Devleti” koydu, kendisini de “İbrahim” adıyla halife ilan etti.
Türkler IŞİD, Araplar “Ad Dawla al-İslamiya Fi’l Iraq wa-s-Şam”ın kısaltılması DAEŞ, Amerikalılar ISIS ya da ISIL, Fransızlar EIIL diyorlardı...
Halifelik ilanının ardından IŞİD’e Suriye ve Irak sınırları dar gelince örgüt kendisini İslam Devleti (İD) diye anmaya başladı. Fransız politikacı ve medya mensupları da otomatik olarak söylemlerini değiştirdi ve IŞİD’den “Etat İslamique” (EI) diye söz etmeye başladı. Amerikalılar İslamic State (IS) diye takip etti. Türkiye’de ise hükümet ve medya, artık koyun keser gibi insan kesen, kendi cinsine uyguladığı vahşetle terör literatürüne adını kazıyan IŞİD’i tanındığı haliyle isimlendirmeye devam etti.
IŞİD’i birden İslam Devleti diye anmak, biz gazeteciler dahil pek çok kişiyi tedirgin etmeye başladı. Bu tedirginliği ilk olarak Fransız Dışişleri Bakanı Laurent Fabius açıkça dile getirdi. Fabius, Dışişleri Komisyonu’na Hükümetin, Irak’ta askeri operasyona katılma kararını açıklarken, “Bunlar ne devlet, ne de bu barbarların yaptıklarının İslam’la bir ilgisi var. Bunlara İslam Devleti diyerek kendi kendimize bu payeyi veriyoruz” uyarısında bulundu. Aynı konuşmayı 10 Eylül’de Ulusal Meclis’te hükümete yönelik sorular seansında kamuya açık olarak tekrarladı: “Bunlar ne bir devlet, ne de İslamla alakaları var. İslam barışçıl bir din. Bunlar kafa kesen cani bir topluluk hepsi bu. Biz kendimiz bari, bu barbarları isimlendirirken ‘devlet’ demeyelim. Bundan böyle bu örgütün Arapça kısaltması olan Daeş’i kullanalım. Ben kendi adıma onları ‘Daeş’in kafa kesen barbarları’ diye adlandıracağım ” dedi.
Güldüren aksanla “Daeş” deme çabasıFabius’un bu girişimini güldüren ‘bir aksanla da olsa’ Hollande izledi. Ardından diğer hükümet üyeleri geldi. Amerikalı meslektaşı John Kerry’nin de aklı bu işe yattı. Kerry de, geçtiğimiz hafta Paris’te düzenlenen Irak Konferansı’nda IŞİD için “Daeş” kelimesini kullanmaya başladı. Obama da, Operasyonun ardından yaptığı ilk açıklamada, “Hiç bir din masumların öldürülmesini kabul etmez. Üstelik IŞİD’in kurbanlarının çoğu müslüman. Kesinlikle bir devlet de değiller ” dedi.
Görünen o ki Fabius’un, elbette danışmanları ve uzmanlarca kulağına fısıldanan bu formül işe yaradı. İeltişim oyununu çok güçlü oynayan IŞİD ile askeri, diplomatik, yasal alandan sonra iletişim savaşı da böylece başlatıldı.
Bu zirve NATO hakkında uzun zamandır biriken pek çok soruya da yanıt arayacak. NATO Ukrayna krizi karşısında ne kadar etkili olabilecek ?Afganistan’a müdahalesinden ne ders çıkardı? Afrika’da Orta Doğu’da türeyen İslam Devleti (IŞİD), Boko Haram, El Kaide’nin Afrika ayağı AQMI, Ensar El Şeria gibi cihatçı örgütlere karşı nasıl bir strateji öngörüyor? Ama asıl Ukrayna krizinin damgasını vuracağı zirve öncesi, diplomatik hava oldukça gergin, tam bir “iletişim savaşı” yaşanıyor.
Rusya sınırına 4 bin askerlik NATO gücü
NATO zirvesinin en önemli gündem maddesi Ukrayna krizi olacak. Birlik, Rusya’nın Ukrayna’daki müdahaleci planına karşı, “Readness Action Plan (RAP)” adını verdiği bir acil eylem planına yeşil ışık yakacak. Planla, Rusya’ya sınırı olan NATO üyesi Baltık ülkeleri ile Polonya, Bulgaristan ve Romanya’ya binlerce asker sevkiyatı yapılması öngörülüyor. New York Times’a göre, bu sayı 4 bin ve NATO 48 saat içinde bu gücü sevketme kapasitesine sahip.
Türkiye de, bir taraftan Ukrayna’ya, bir taraftan da Suriye ve Irak’a yakın hatta komşu bir ülke olarak bu görüşmelerin tam merkezinde yer alacak. Zirvede “ ikili görüşmler de hayli önemli rol oynayacak. NATO toplantısına katılacak olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Obama, Merkel, Cameron ve Hollande başta olmak üzere pek çok ikili temasta bulunacak. Diğer liderlerin de ajandası en az Erdoğan kadar yüklü.
Rusya’dan “devlet statusü” resti
Zirve öncesi gelişmeler, yapılan açıklamalar, zirvenin hayli gergin geçeceğinin işaretlerini şimdiden veriyor. NATO için sınav niteliğindeki zirve öncesi her iki taraf da tansiyonu düşürme niyetinde olmadığını gösterdi. Kiev ve batılı devletler, geçtiğimiz hafta Rus askerlerinin Ukrayna’daki varlığını uydu fotoğraflarıyla ortaya koyunca, bu askerlerin “Ukrayna’ya tatile gelen Rus askerleri olmadığı” açıkça belli oldu. Bunun ardından Avrupa Birliği hafta sonu toplanan zirvede, Rusya’ya karşı yeni yaptırım kararı alınması için Avrupa Komisyonu’na 1 hafta süre verdi. Komisyon, önümüzdeki Cuma gününe kadar “savunma, sivil teknoloji, finans ve askeri alanlarda” yeni yaptırımlar açıklayacak.
AB’nin bu tavrına karşı Rus lideri Vladimir Putin’in resti gecikmedi. Putin, Pazartesi günü ilk kez Ukrayna’nın doğusu için “Devlet statüsünü” dile getirerek pazarlığın çıtasını bir derece daha yükseltti. Karşılığında Ukrayna’nın NATO üyeliği ve NATO’nun Ukrayna hükümetine silah yardımı önerisi gecikmedi.
Putin “devlet staüsü” adımıyla, batıyı Ukrayna’nın doğusu için özel bir statüyü kabul etme noktasına taşımayı planlıyor. Kremlin aslında, krizi uzatıp, batıdan olabildiğince büyük bir taviz koparma stratejisini başından beri sürdürüyor. Ama bugüne kadar hiç “devlet statusü” sözünü açıkça dile getirmemiş, hep, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü içeren ”federalleşme” ya da “otonomi” kelimelerini kullanmıştı.
Dünya artık IŞİD’i ve onu konuşuyor. Tıpkı 2001’de 11 Eylül saldırısını gerçekleştirerek yıllarca bütün dünyanın gündemine oturan El Kaide gibi. O nedenle gazeteler Bağdadi için “Yeni Bin Ladin” terimini kullanıyor. Peki ama kim bu Bağdadi ? Nereden geliyor, stratejisi ne?
Times Dergisi “Dünyanın en tehlikeli adamı” diye söz etti ondan. Le Monde ve Liberation gazetesi “Yeni Bin Ladin” dedi. Suriye’de Irak’ta adım adım ilerleyen IŞİD gittiği her yerde hemen kendi bayrağını dikip, kendi kurallarını okumaya başlıyor. Al Aan TV’de çalışan gazeteci Jenan Musa, IŞİD’in kurallarını çevirmiş.
“Bizim kim olduğumuzu soranlar için, biz İslam’ın askerleriyiz ve Hilafet’in yeniden gelmesi için sorumluluk aldık. Bütün müslümanlardan ibadetlerini camide yapmalarını istiyoruz. Aşiret şefleri ve şeyhleri hükümetle işbirliği yapmamaları ve hain olmamaları konusunda uyarıyoruz. Sigara, uyuşturucu, alkolü yasaklıyoruz. Kadınlara gelince, acil bir durum olmadıkça evinizde kalın ve kıpırdamayın. Bütün toplantılar, IŞİD bayrağı dışındaki diğer bütün bayraklar yasaklanmıştır.”
ESRARENGİZ LİDER İMAJI
PEW Global şirketi tarafından geçtiğimiz Mayıs ayında yapılan bir anket AB halkının yalnızca yüzde 45’inin hala Avrupa Birliği’nin desteklediğini ortaya çıkardı. 2012’de bu rakam yüzde 60 iken 2013’de hızla erozyona uğramış, erozyon 2014’ün ilk çeyreğinde de sürüyor. AB’ye destek verenlerin oranı Almanya’da yüzde 54, İngiltere’de yüzde 26, Fransa’da yüzde 22, İtalya’da yüzde 11, İspanya’da yüzde 37, Yunanistan’da yüzde 11, Polonya’da ise yüzde 41. Rus Çar’ı 1. Nicolas’nın 19’uncu yüzyıl ortası ve sonunda Osmanlı İmparatorluğu için kullandığı “Avrupa’nın hasta adamı” deyimi bu sefer PEW’ün anketlerinde “Avrupa’nın yeni hasta adamı: AB” yorumuyla karşımıza çıkıyor.
Bu hâl ve gidişte AB’nin dinamo ülkelerinin en büyük korkuları ise seçmenin sandığa gitmemesi, radikal sol ya da aşırı sağcı partilerin sandıktan birinci parti olarak çıkması. Fransa’da Front National, İngiltere’deki euro-septik’lerin isim babası UKIP, Hollanda’da kendisine ‘özgürlük partisi’ diyen ırkçı parti birinci gelmeyi hedeflerken, İtalya’da Kuzey Ligi, Danimarka, Finlandiya, Avusturya’da da AB karşıtları önemli skorlara imza atmaya hazırlanıyor. Bir taraftan da, AB’nin tasarruf politikaları altında ezilen Yunanistan’da Alexis Tsipras, İtalya’da Beppe Grillo gibi radikal sol isimler ön plana çıkıyor. Karizmatik Yunanlı politikacı Tsipras, AP radikal sol grubunun AB Komisyonu Başkanı adayı.
Le Monde gazetesinde yayınlanan ve Pollwatch 2014 tarafından yapılan bir araştırma aşırı sağın AB genelinde 35 koltuk çıkarabileceğini tahmin ediyor. Euroseptikler ise, 50 sandalye kazanıp AP içinde bir grup kurmayı hayal ediyor. Elbette AP’de aşırı sağ çoğunluğu alamayacak ve küçük bir grup olarak kalacak. Ama bundan böyle oturumların hır-gür, polemik ve hararetli tartışmalara sahne olması kaçınılmaz gibi. Peki AB bu endişesinde haklı mı? Gelin AB’nin belli başlı üyelerindeki son duruma tek tek bakarak bu sorunun yanıtını arayalım.
AB’nin doğal başkenti Berlin...Almanya: Euro krizinden sonra Brüksel’in ve bir türlü büyümeye geçemeyen Paris’in zayıflaması, Berlin’i AB’nin doğal başkentine çevirdi. Krizden en az etkilenen ‘mutlu’ Alman halkı, Merkel’in yönetiminden de memnun. Sanayisi hala işliyor, büyümesi hızlı ve politik istikrar var. AB’de kararlar Berlin’den geçmeden alınmıyor. Kamuoyunda “disiplinsiz ve tembel AB ülkeleri için ödeme yapmaktan rahatsız olan bir grup euro-septic” az da olsa taraftar buluyor. Almanya, diğer üyelerin yaptığı hatayı yapmadan, etkili isimleri Brüksel’e gönderiyor.
Teknik komisyonlar da dahil AB’nin tüm kurumlarında önemli ve çalışkan isimlere görev veriyor, her çalışmada titizlikle rol alıyor ve katkı sunuyor. AB’nin Başkanlığına aday olan iki güçlü isimden birisi Alman politikacı Sosyalist Martin Schulz, diğeri ise Almanya’nın desteklediği Eurogroup başkanı, Lüksemburglu sağ politikacı Jean Claude Juncker.Yani Başkan ya Almanya’dan çıkacak, ya Almanya belirleyecek. Parlamento’da en çok sandalye sayısı da Almanya’ya ait. Her durumda seçimlerden sonra AB’ye Berlin damgasını vuracak. Özetle Berlin, 28 üyeli orkestranın Brüksel’de bestelediği müziğin her notasına emek veriyor. Ama iş dans etmeye gelince, şarkı seçimini başka bir ülkeye bırakmak niyetinde değil.
Fransa: Fransa için durum komşusu Almanya’dan daha karmaşık. AB yanlısı partiler birinciliği aşırı sağ FN’e kaptırma korkusu yaşıyor. FN ise sandıktan birinci çıkarak büyük bir şok dalgası yaratmaya hazırlanıyor. Merkez sağ UMP birinci parti olursa, FN en kötü ihtimalle ‘çok güçlü bir ikinci parti’ olacak. Cumhurbaşkanı Hollande ve partisi Sosyalist Parti birbiri ardına seçim kaybetmeye devam ediyor. Hollande, cumhuriyetin ‘popülaritesi en düşük cumhurbaşkanı’ rekorunu her ay yeniden egale ediyor. Ekonomi bir türlü büyümeye geçemiyor, bu yılda ‘0’ büyüme öngörülüyor. Hollande söz verdiği gibi Ocak ayında işsizlik rakamlarını aşağı çekemedi. Merkez sağ UMP liderlik kavgasıyla kıvranırken, anti-Brüksel söylemiyle gönülleri okşayan FN, AP’de aşırı sağ grubun başına oturmayı hedefliyor.
İspanya: Kriz sonrası yüzde 26 işsizlik, yüzde 96 dış borç rakamıyla İspanya’nın neredeyse tamamı euroseptik oluyor. Nefes almak için destek arayan İspanya’ya ne Avrupa’dan ne de Brüksel’den bir umut ışığı var. Ama buna rağmen, küçük partiler oy oranlarını artırsa da, PP ve PSOE’nin belirlediği politik yelpazenin değişme ihtimali sınırlı. Aynı duygular krizin en sert vurduğu İtalya, Portekiz, Yunanistan, Kıbrıs ve İrlanda tarafından da paylaşılıyor.
İtalya:
Güçlü sekretaryasındaki 2 bin 500 uzmanı ile, bilimsel kriterlere dayanarak dünyanın fotoğrafını çekip bize ne durumda olduğumuzu gösteriyor. Her ülkeye, “Durumunuz bu, dünya ülkeleri arasındaki yeriniz de bu. Ona göre ayağınızı denk alın” diyor. Dünya ülkelerinin politika belirlerken hala en çok ciddiye aldığı verileri ortaya koyan güçlü bir örgüt. Ve OECD bu hafta, OECD Forumu ve Bakanlar Konseyi toplantılarında, başdöndürücü hızla değişen dünyada, değişen ekonomik ve sosyal gelişmelere üyelerinin dikkatini çekmeye ve üyelerine yeni kalkınma modelleri önermeye hazırlanıyor.
Bu seferki OECD Haftası’nın gündemi oldukça önemli. Toplantılarda, dünyada gerçek bir şok yaratan 2007-2008 küresel krizinin gerçek nedenlerini araştıran, krizden alınması gereken dersleri çıkaran ve geleceğe dönük ne tür önlemlerin hayata geçirilmesi gerektiğini belirleyen “NAEC-New Approaches to Economic Challenges/ Ekonomik Zorluklarla Mücadelede Yeni Yaklaşım” raporu tartışmaya açacak.
OECD’nin Çarşamba günü yayınladığı, ekonomist Thomas Piketty başkanlığında hazırlanan “eşitsizlik raporu” bilinen kaygıların daha da derin olduğunu ortaya koydu. Rapora göre, krizin sonuçları ibret verici. Zengin inanılmaz zenginleşmiş, yoksul ise daha da yoksullaşmış. Dünyanın yüzde 1’lik dilime giren en büyük zenginleri, son 30 yılda, özellikle Anglosakson ülkelerde, milli gelirden aldıkları payı artırmış. Örneğin Kanada’da yüzde 1’lik zengin kesim, toplam gelirden aldığı payı yüzde 37, Amerika yüzde 47 oranında artırmış. Son 30 yılda, ilk yüzde 1’lik dilimin, milli gelirden aldığı pay da büyümüş. Amerika’da bu kesim tüm gelirlerin 19.3’ünü, Almanya’da yüzde 12.7’sini, Kanada’da yüzde 12.2’sini alıyor. Sosyal politikaları ile dengeleyen Fransa gelirlerinin yüzde 8’ini alıyor. Gelirlerin en adil dağıtıldığı İskandinav ülkelerinde bile durum değişmiş. İsveç, Norveç ve Finlandiya’da toplumun en zengin yüzde 1’lik dilimi, 30 yıl önce milli gelirin yüzde 4’ünü alırken, bugün yüzde 7’sini alıyor. Üstelik zenginlerin ödediği vergiler de ciddi oranlarda azalmış.
Bu da demek ki zengin ile yoksul arasındaki uçurum hiç olmadığı kadar derinleşmiş. Özetle zengin hiç olmadığı kadar zengin, yoksul hiç olmadığı kadar yoksul. OECD bunun yeni şok krizlere yol açabileceği uyarısı yapıyor. Alım gücü olmadan ekonomilerin dönmeyeceğini söylüyor. OECD Başkanı Angel Gurria “Eğer kamu harekete geçmezse bu uçurum önümüzdeki yıllarda daha da büyüyecek” uyarısında bulunuyor. Gurria daha sert bir vergi politikasında ısrar ediyor. Oranların yükseltilmesindense, uygulanan vergi istisnalarının kaldırılması gibi bir ilk adım öneriyor.
Yeni kalkınma paradigması
Uzun vadede ise daha yapısal değişiklikler zorunlu görünüyor. Bunun için de Örgüt, başdöndürücü hızla değişen dünyayı yakından analiz ediyor, yeni çözüm stratejileri arıyor. Bu bağlamda, üye ülke bakanlarının önüne iki çözüm modeli koyuyor.
1) Kapsayıcı ekonomik model
Eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile ilgili yolsuzluk dosyaları hala Fransız savcılarına fazla mesai yaptırıyor. Le Monde muhabirleri Gerard Davet ve Fabrice Lhomme, geçtiğimiz hafta Libya eski lideri Kaddafi’nin Sarkozy’ye milyonlarca Euro seçim yardımı yaptığı yolundaki iddialarla ilgili açılan soruşturmaya bağlı olarak yeni bir skandal ortaya çıkardı.
Sarkozy’nin Yargıtay’dan üst düzey bir savcıyı satın aldığı ve L’Oreal soruşturma dosyasına ilişkin bilgileri sızdırdığını yazdılar. Savcılar Sarkozy’yi ve avukatını dinleyerek bunu ortaya çıkarmışlar. L’Oreal skandalı, Karaçi skandalı, derken şimdi bir de ‘köstebek savcı ve telefon dinleme’ skandalı patlak verdi. Savcı intihara teşebbüs etti. Avukatlar ‘bizi dinleyemezsiniz’ diye kıyameti kopardı. Adalet Bakanı istifa noktasında...
Bütün bunların altında Fransa’da da giderek kaybolan ‘araştırmacı gazetecilik’ geleneğinin en güçlü iki isminin imzası var. Gerard Davet ve Fabrice Lhomme...
Bu iki gazeteci haberi, basın toplantılarından değil, derin araştırmalarından süzerek üretiyorlar. Sarkozy onların yüzünden yasaları değiştirdi, kimliği bilinmeyen kişiler evlerine girdi, telefon listeleri didik didik edildi.
Ama onlar hala ülkenin en büyük gazetesinde yazmaya devam ediyorlar. “Halka söylenen değil halktan saklanan gerçek haberdir” diyen iki gazeteci, güçlerini arkalarındaki sağlam yargı ve mesleki desteğe borçlular. Ne sağ, ne sol, siyasetle ilgilenmediklerini “Biz yalnızca bilginin militanıyız” diyerek anlatıyorlar. Sarkozy’ye ait ses kayıtlarının patladığı gün, Le Monde’un iki güçlü araştırmacı gazetecisi ile Paris’te görüştük. Mesleğimiz açısından son derece önemli şeyler söylediler. “Dünyada bu iş nasıl oluyor?” sorusunun yanıtını merak edenler için hayli önemli bulduğum söyleşiyi araya girmeden aktarıyorum.
Neden araştırmacı gazeteciliği seçtiniz?
Liberation, geçen yıl kaydettiği yüzde 15 satış düşüşle, Fransız basını içinde en hızlı tiraj kaybeden gazete oldu. 100 bin satış rakamına gerileyen gazete 2013 yılında 1 milyon Euro’dan fazla zarar etti. Liberation krizinin nedeni, tüm dünyada yazılı basını etkileyen nedenle aynı. İnternet teknolojisi. Teknolojinin gelişimiyle birlikte gazeteler bir yandan yeni teknolojileri ve bu teknolojinin getirdiği yeni okuma kültürünü yakalamaya, bunu yaparak da kağıt baskının yaşadığı krize çıkış arıyor.
Tanınan işadamı Edouard de Rotschild ve işadamı Bruno Ledoux, Liberation’un yüzde 52’sini elinde tutan iki ana hissedar. Bu ikili, krizden çıkmak için çalışanlarla yürüttüğü pazarlıkta farklı, kendi aralarında farklı bir formül çalışıyorlar. Ama “Yeni değişim projesi” daha sendika ile tartışmaya oturmadan, Bruno Ledoux’nun e-mailinden sızınca çalışanlarda şok etkisi yaptı.
LIBERATION'DAN LIBELAND'E
Yeni Değişim Planına göre, Liberation sadece kağıt üzerinde basılan bir gazete olmaktan çıkarılacak. Gazetenin, Rue Berenger’deki 8 katlı, 4 bin 500 metrekarelik tarihi ve otantik binası boşaltılacak. Bina, televizyon ve radyo stüdyosu, sosyal medya bürosu, dijital haber odası, lokanta, bar, konferans salonu gibi servislerin bulunduğu, kar getiren bir kültür merkezine dönüştürülecek. Özetle bir ‘Libeland’ yaratılacak. Yani gazete sosyal medyaya, gazete binası ise kültür merkezine dönüşecek.
Hissedar Bruno Ledoux bu değişim planını, Jean Paul Sartre’ın bundan tam 40 yıl önce gazeteyi kurduğu “Le Flore” Cafe’sine gönderme yaparak, “21. Yüzyılın Flore’unu yaratacağız” diye sunuyor. Ledoux, Edouard de Rotschild ile birlikte gazetenin yüzde 52 hissesini elinde tutuyor. Hissedarlar, bu projenin hayata geçmemesi durumunda gazetenin batmasının kaçınılmaz olduğunu dile getiriyor. Ledoux bu değişimi kendi cümleleriyle şöyle aktarıyor: “Bu yeni mekan herkese açık olacak. Gazeteci, sanatçı, yazar, filozof, politikacı, tasarımcı... herkese. Nasıl Sartre, bundan 40 yıl önce Fransız basınına yeni bir ruh getirdiyse, aynı ruhla biz de 21. yy’ın Flore’unu yaratacağız. Bütün politik, ekonomik ve kültürel eğilimlerin buluştuğu bir Liberation evreni. Elbette Liberation markasının gücüyle. Net bir editoryal çizgi ve yaşayabilir bir ekonomik model bulmak zorundayız. Biri olmadan yalnızca diğeriyle devam edemeyiz. Bu haliyle duvarın önündeyiz, toslamaya bir adım kaldı”