Paylaş
Hollande’a isyan eden 3 bakanın değiştirilmesi neden bu kadar köklü ideolojik tartışmaları da beraberinde getiriyor sizce ? Neden şimdi? Neden sosyalist bir cumhurbaşkanı partisinin sol kanadını hükümetten tümüyle kazıdı ve bundan hiç rahatsız olmuyor. Hollande’ın daha önce göremediği ve şimdi farkına vardığı bir gerçek mi var ki, “Benim en büyük düşmanım finans dünyası” derken, birden sert bir U dönüşüyle “Şirketlere 40 milyar euro destek vereceğiz” demeye başladı?
Fransa’daki hükümet krizi yalnızca politik bir kriz değil. Cumhurbaşkanı François Hollande ve liberal Başbakanı Manuel Valls ile partinin sol kanadını temsil eden eski Ekonomi Bakanı Arnaud Montebourg arasındaki kavga ideolojik bir kavga. Ve bu kavga aslında yeni bir kavga değil, 20’inci yüzyılın sonunda başladı ve sosyalizminin 21’inci yüzyılda nasıl tanımlanacağına ait sancının bütün belirtilerini gösteriyor.
Le Monde gazertesi, Hollande-Valls ve Montebourg arasındaki kavgayı Alman Başbakanı Gerhard Shröder ile efsane Maliye Bakanı, Avrupa solunun en önemli isimlerinden Oskar Lafontaine’in kavgasına benzeten bir makale yayınladı. Lafontaine , 11 Mart 1999 tarihinde, özellikle enerji şirketlerinin vergilendirilmesi yasası konusundaki uyuşmazlık sonucu tartışmalı geçen bir bakanlar kurulu toplantısının ardından, kapıyı çarpıp gitmişti. Bu istifadan Fransız sosyalistleri de büyük umutsuzluğa kapılmış, PS’in o zamanki Genel Sekreteri François Hollande, “Alman solunun kendileri için artık model olmadığını” söylemişti.
Tıpkı bugün Montebourg’un istifasında olduğu gibi, finans dünyası Lafontaine’in istifasına sevinmişti. The Sun gazetesi Lafontaine için “dünyanın en tehlikeli adamı” demişti. Milliyet Gazetesi “Sanayiciler memnuniyetle karşıladı” diye duyurmuştu (13 Mart 1999). Bugün bunları hatırlatan Le Monde gazetesi bile Lafontaine’i “yüzyılın son sosyalisti” sözleriyle uğurlamıştı. Ardından bir teneke bağlamadıkları kalmıştı. Bu istifanın ardından Alman solu yıllarca, “Partonların yoldaşı” adını taktığı Schröder’in sosyal reform vaatlerini yerine getirmediğinden sızlandı. Ama Schröder rahattı artık, sert reformları uygulamaya geçebilirdi.
Aynı dönemde Schröder’e ilham kaynağı olan İngiliz İşçi Partisi’nin başındaki Tony Blair de, liberal fırçasıyla yeni bir sol çiziyor, “güleryüzlü sol” dan, “yeni orta”dan bahsederek sosyalizmin yaşadığı bu sancılı değişime yeni isimler bulmak için bütün yaratıcılığını kullanıyordu.
Hatta Deniz Baykal’ın yönettiği CHP’nin de, Blair ve Schröder örneklerinden esinlendiği kongreyi ve “orta sol” kavramının yarattığı havayı, “artı ve eşit” sloganıyla Türkiye’ye aktarmaya çalışmasını dün gibi hatırlıyorum.
O zaman iktidarda olmayan Fransız sosyalistleri bu değişimden nasibini almamıştı. Ancak Euro krizinin vurduğu Fransa’da sosyalistler şimdi derin bir çatırtı ile köklerinden kopuyor. Ekonomi Bakanı Arnaud Montebourg, Lafontaine ile aynı gerekçelerle kapıyı çarptı. O’nun gidişiyle derin bir nefes alan Hollande ve Başbakan Manuel Valls, Fransız ekonomisinin başına 36 yaşındaki genç “sosyal liberal” ekonomist Emmanuel Macron’u getirdi. Macron’un kimliği yeni bir yazıya konu olacak kadar renkli. Liberal-solcu olduğunu hiç saklamadığı gibi bununla gurur da duyan bir sosyal-liberal.
Bugün Fransa’da sağı, solu, herkesin kulaklarında, Hollande’ın “Bourget konuşması” diye anılan mitinginde “Benim tek düşmanım var o da finans dünyası” ya da “Zenginler de elini taşın altına koyacak, zenginlerden yüzde 75 vergi alacağız” vaatleri çınlıyor.
Şimdi Hollande “sosyal-liberalizm” adını verdiği çizgide yoluna devam etme kararı aldı. Ama Hollande’ın Blair ve Schröder’e göre çok önemli bir eksiği var. Alman ve İngiliz liderleri kamuoyu önündeki popülaritelerini de kullanarak programlarını hayata geçirdiler. Bugün Hollande’ın artık karikatürleri aşan bir popülarite sorunu var ki, bu sorunu popüler Başbakanı Manuel Valls ile aşmayı umuyor. Ama Valls’in popülaritesi de geçtiğimiz ay 9 puan birden düştü.
Hollande, yeni yıl konuşmasında açıkça belirtmişti. “Ben sosyal demokratım” diyerek, sosyalizmden ilk dönüşünü yapmıştı. Ardından getirdiği “Sorumluluk Paktı” ile sosyal demokratlıktan “sosyla-liberalliğe” hızlı geçiş yaptı. Peki aradaki fark ne? Wikipedia Sosyalizm’i, “iktidar ve üretim araçlarının halk tarafından kontrol edildiği bir toplum fikrine dayanan düşünce sistemi” diye tanımlanıyor. Yani toplumun ortak emeğiyle ürettiği artı değerin, ayrıcalıklı bir avuç kişiye değil, geniş halk yığınlarına dağıtılmasını isteyen bir sistem. Hollande’ın verdiği sözleri tutama utancını sakladığı bu yeni tanımlar, aslında önemli bir değişimin sembolik görünümleri. Ama bu çırpınışlar, sosyalizm tanımının da önemli bir sınavla karşı karşıya olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Değişen yeni yüzyıl teknolojisi ve küreselleşmenin getirdiği yeni ekonomik ilişkiler, daralan kaynaklar, artan nüfus, yeni emek-sermaye yapısı, sosyalizm de dahil bazı tanımların da değişimini zorluyor. Avrupa işçisinin “Dünyanın bütün işçileri birleşin” hayali, Çinli ya da Polonyalı işçiler yüzünden birbiri ardına fabrikalar kapanınca, hayal kırıklığına dönüştü. Ne kadar samimi çaba harcansa da, bu hızlı değişim karşısında “globalleşen sermayeye” karşı “globalleşen bir emek” çabası hayata geçirilemedi.
Sol oylar, aşırı sağ hatta faşist partilere akmaya başladı. Çünkü liberalleşen sosyalistler büyük şirketlerin değil, orta sınıfların omzuna bindi. Amerika’da da, Avrupa’da da orta sınıf geriledi, zenginle yoksul arasındaki uçurum tehlikeli boyutlara ulaştı. OECD geçtiğimiz Bakanlar Konseyi toplantısında bu konuda ülkeleri uyardı. Almanya’da da, Avrupa’da da yaşanan budur. Yüksek vergiler orta sınıfın üzerine bindirildikçe, borsadaki şirketler hissedarlarına rekor sayıda kar payı dağıtmaya başladı. İşte Arnaud Montebourg, Fransa’da dar ve orta gelirlinin ağır kriz yaşamasına rağmen, geçtiğimiz hafta, ‘Fransa’nın Avrupa’nın en yüksek hisse karı dağıtan ülkesi’ olduğunun açıklandığı gün isyan bayrağını çektiler. Kriz varsa, büyük şirketlerde nasıl kar dağıtımı patlaması yaşanıyordu?
Görünen o ki, üretim ve üretimin paylaşımına ait dinamikler değiştikçe, sosyalizm de kendisine yeni bir tanım bulmak zorunda kalacak. Bulamazsa Avrupa’da sosyalizm, “20. yüzyıl nostaljisi” olma kaderine terkedilecek. Özetle, sorun gerçekten sosyalizmin yeniden tanımlanması sorunu mu , yoksa kendisine yeni tanım bulması gereken sosyalizm değil de, sosyalist vaatlerle gelip finans dünyasına direnemeyerek vaatlerini yerine getiremeyen sosyalist palitikacıların U dönüşü mü? İşte Fransa’da yaşanan kavga budur.
Paylaş