Paylaş
*
Bir film araştırması yüzünden Google’a, ‘Ey Google, göster bana, var mı bu cinci hoca denilen mahluklardan bu dünyada?’ diye sordum.
‘Cinci hoca’ yazıp aradınız mı hiç? Allahım! Yüzlerce sonuç, reklamlar, adresler, hatta LinkedIn hesapları, haritalı tarifler... Sonra gazetelerde bir haber okuyoruz. Cinci Hoca ‘yakalandı’. Birini ‘yakalamak’ için onun kaçıp, saklanması gerçeğini unutuyoruz galiba.
Saklanmıyorlar ki? Açık açık, güpegündüz çalışıyorlar, çatır çatır para basıyorlar. Siz, biz okumadıkça, öğrenmedikçe, bilmedikçe, sömürmeye de devam edecekler.
Sahi, bu memlekette okuma oranı arttıkça kendine afakanlar basan rektör yardımcısı yok muydu?
*
Tamamen gözlem amacıyla, çok merak ederek, 12 Eylül Darbesi’ni gerçekleştiren Kenan Evren’in de zamanında müdavimlerinden olduğu, Aydın’daki Cinci Bülbül Hoca’ya gitmiştik yıllar önce. Bir eve gittiğimizi düşünürken, bir fabrikaya geldiğimizi anlamıştık. Bugün artık cinci hocalar teknolojiyi yakından takip ederek, sıra - fiş makinası ile konuyu hallediyorlar. Ancak, o dönemde bu imkanlar yoktu. Bülbül Hoca’nın iki gündür kapsısında yatanlarla, önceden randevu alarak gelenler arasında şiddetli münakaşalar yaşanıyordu. Randevu, karşıdaki pideciden manipüle edilebiliyordu. Oturup pide yerken, tıklım tıklım sıraya kaynak yapmanın bedeli konuşulabiliyordu. Bakkal halinden çok memnundu. İnsanlar bekledikçe, ardı ardına eklenen öğünler arttıkça, satışları artıyordu. Yani kendi içinde bir pazar oluşturmuştu hoca, köy halkı da çok mutluydu. Bir nevi turizm işte!
Pidecide ‘gerekeni yaparak’ avluya girmeyi başarmıştık. Orası daha da bir enteresandı. Elinde boş beşik olan kadın vardı mesela, hiç unutamam. Kendi kendine konuşan adam vardı. Bağıran çağıran ergen çocuğu annesi zor zapt ediyordu.
- Traktörle tarla sürerken bir kafam gidiyor, sonra bir bakıyorum akşam evde maç seyrediyorum, diyordu bir adamcağız.
- Bizim oğlan hiç laf dinlemiyor, dövüyoruz olmuyor, bağlıyoruz olmuyor, diyordu babası. Çocukcağız konuşamıyordu bile, durduğu yerde sallanıyordu.
- İyice yaşlandı babam, hiç birimizi tanımıyor, alıp başını gidiyor, gece yarısı baba arıyoruz, diyordu muhtemelen Alzheimer hastası babasını getirmiş genç.
Herkes birbirine derdini soruyor, yoldaş oluyordu.
İnsanlarda, çareyi cinci hocada aramalarının dışında ortak bir özellik aramaya çalıştım. Bana sebep sorduklarında ‘işlerimin iyi gitmediğini’ söylerken, bir çoğuna daha önce doktora gidip gitmediklerini sordum. Gitmemişlerdi. Ortak özellikleri şuydu, ‘hiç doktora gitmemişlerdi’.
- Ne doktorlar gezdik, çare bulamadık, diyen amcanın attığı o kadar belliydi ki.
- Sabah başka, akşam başka bizimkisi, diyen bir amca vardı eşinden bahsederken mesela. Sabah kalkıyor pür neşe, on dakika sonra kendini öldürmeye çalışıyor, benim adım Hanife deyip üstüme saldırıyor. İki saat sonra sakin sakin oturup, yaptıklarını anımsamıyor, diyordu.
Söylediği gibi doktor doktor gezmiş olsaydı, sanırım çoklu kişilik bozukluğu gibi bir teşhis konacaktı yengeye. Tedavi olacaktı, ama şimdi diğer tüm hastalar gibi cinci hocanın avlusundaydılar.
*
Sıra bana geldiğinde çok heyecanlandım. Hocanın yanına girdiğimizde orada da bir nevi ‘yürüyen bant’ olduğunu gördük. Yan yana dizilmiş sandalyelerin her birinde birileri oturmaktaydı. Hocanın önüne kadar dizilmiş sıra sıra sandalyelerde, işi biten kalktıkça, kaya kaya ilerliyorduk.
Hocanın oturduğu yer sıradandı, hoca sakindi. Etrafında sırayı yöneten, arkasında bir ofis masasında oturan yazmanlar, bir kaç tane daha ayakçı, telaşlıydılar. Çok önemli bir iş yapıyor olduklarını hissettirmenin telaşıydı, anlaşılıyordu.
Hoca, gelen aileyi iki dakika dinliyor, kesin teşhis koyuyor, hemen arkasındaki yazmanlardan birine bakıyor, iki kelime mırıldanıyor, yazman da bir kağıt parçasına bu istenileni tabi ki Arapça harflerle yazıyordu. Bir diğer ayakçı kağıdı alıyor, bir pet şişenin içine atıyor, pet şişe anında masmavi oluyordu. Kimi suyu içme tavsiyesi alıyor, kimi bir ağacın altına dökme, kimi bir düşmana içirme...
Sıra bana geldiğinde, hoca sakince yüzüme baktı. Bir an için gözlem için geldiğimi anlayacak sandım. Kendisinin bildiği, kimseye hissettirmediği, yatarken düşündüğünü bildiğim bir alaycılığı vardı. Kısık bir sesle ‘benim işlerim iyi gitmiyor’ dedim.
Makine işlemeye başladı. Arkasına döndü, bir şeyler mırıldandı, kağıt yazıldı, pet şişe suya atıldı, su mavi oldu, elime geldi. Hoca ‘bu suyu bir dört yola dökeceksin, işlerin açılmazsa tekrar geleceksin’ dedi.
Vay arkadaş! Ne güzel dükkan açmışlardı. Kontrol randevusu bile almıştım, ama paraylaydı. Öyle çok müşteri vardı ki, ‘senin içine cin girmiş, çıkarmak için şu kadar para lazım’ martavalının okunmasına bile ihtiyaç kalmamıştı.
Çıktık. Arabayla dönerken bir sürü dört yoldan geçtik. Şişeyi dökmedik. Bir yere attık. Hocaya gelirken, kahkahalarla güleceğimizi düşündüğüm andaydık. Gülemiyorduk, gülümseyemiyorduk bile.
İhtiyaç sahibi bir sürü insanın, eğitimsizlikten, ‘daha başkasını bilmemekten’ başvurduğu kişileri konuşup gülecektik. İnsanları düşünmekten, perişan olduk.
*
Bahsettiğim araştırma, bunları anımsattı bana işte.
Cahillikten beslenen çıkarcı insanlar çok memlekette. Hem de farklı mesleklerde. Hepsi birer sinsi cinci hocadır benim gözümde...
*
Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @anlatanadam
Paylaş