Paylaş
Gemileri yakıp giden dostlarınız oldu, tahmin edebiliyorum. Kanada, Avusturalya, Amerika, İngiltere; dört bir yana dağıldılar.
Gitmek isteyenleriniz oldu, ciddi ciddi temelli göçmeyi masaya yatıranlarınız. Çocuğun okulu olsun, geride kalacak ana – baba olsun; maddi durumlar, iş, gelecek endişesi, gurbette dımdızlak kalma korkuları olsun çakıldınız, kaldınız.
*
Kuruyacak gibi görünmeyen Ortadoğu bataklığı, her an hortlama ihtimali olan terör, ekonomik belirsizlik içinizi sıkıştırıyor.
*
Bilmez miyim?
*
Ama bir durup dinleyin lütfen. Size bu ülkeyi sevmek için yedi sebep söyleyeceğim.
*
1- Metro çıkışındaki simitçi abi
Sabahtan beri kim bilir kaç simit satabilmiş, camekanlı arabası tıka basa dolu hala. Omuzları düşmüş, taburesine çökmüş, sessizce oturuyor.
Bir simit istiyorsun, iki de üçgen krem peynir. Torbaya koymak istiyor. ‘Elde yiyeceğim abi’ diyorsun. Sana sormadan çekmecesini açıyor, bıçak çıkartıyor, simidi ortasından ikiye kesip krem peyniri sürmeye başlıyor.
‘Vay abicim, sağ olasın!’ derken sen, ‘başka türlü yemesi zor olur yeğenim’ diyor...
Üç buçuk lira tutuyor, emeği için beş vereyim istiyorsun, almıyor. Zar zor dört lira bırakıyorsun. Arkandan ‘hakkını helal et!’ diye bağırıyor.
Esas sen hakkını helal et, abim benim!
2- Mahcup pansiyoncu
Zaten orada konaklayanın beklentisi düşük. Büyük şehirlerde doğal hayat özlemi tavan yapmış. ‘Az çoktur’ felsefesi plazaları kaplamış. ‘Ay, burayı da keşfettiler!’ denilen sayfiyelerden kaçan kaçana.
Çok turistikten hiç turistik olmayana bir ilgi başlamış. Pansiyoncu abimin köyü de iyi eğitimli, blush sever, sofistike, yerli turist akınına uğramış.
Evinin odalarını açmış aslında turizme, pansiyon falan değil. Millet, dünyada cennet bu balıkçı köyünde tek bir şey arıyor; huzur ve temiz bir yatak. Yataklar mis gibi sabun kokuyor ama pansiyoncu abiye yetmiyor işte bu.
Her iki lafından biri ‘kusura kalmayın’sa, bir diğeri, utanarak ‘artık idare edeceksiniz’. Misafiri gibi gördüğü müşterilerine karşı hep bir mahcup. O yüzden, her sabah kalkınca kapının önünde bir hediye buluyor konaklayanlar.
Koca bir demet dağ kekiği, bir kasa şeftali, tepsiyle dut, beşlik şişede zeytinyağı, özenle sarılıp sarmalanmış defne sabunu. ‘Kendimiz için olanından size de ayırdık, artık kusurumuza bakmayın’ diyor. Oda hesabına yakın maliyetlerde hediyeler her sabah kapı aralığında beliriveriyor!
Esas sen bizim kusurumuza bakma güzel abiciğim, biz mahcup oluyoruz sana!
3- Tostçu bakkal
Sabah mahalleyi saran tost kokusu, küçük dükkan kapısından sızarak insanları içeriye davet ediyor. Tezgahının üstünde, özene bezene tost hazırlıyor. Biraz sucuk, biraz peynir. ‘Salça ister misin?’ diye soruyor. Kendine hazırlar gibi leziz, tertemiz.
Sokakta sabahlamış bir oğlan giriyor içeri, yalvaran gözlerle bakıyor. Tostu bekleyen müşteriye sormadan, hazırladığı tostu kağıda sarıp çocuğa uzatıveriyor! ‘Hadi afiyet olsun!’
Sonra tostun pişmesini bekleyen adama dönüp ‘Sen az daha bekle!’ diyor tatlı sert. Sokakta sabahı sabah etmiş zavallı genci yalvartmak, ezdirmek istemiyor.
Beklemez olur muyuz bakkal amca, ayıp ettin!
4- Trafikte su satan kardeş
Milletin canı burnunda, trafikte kendini yakma seviyesine gelmiş. Haliyle kapıdan kapıya satış sektörü almış başını gitmiş. İçi ezilenler için simit, kağıt helva, elma şekeri, bir avuç fındık, daha titizler için muz. Lokma takımı, ok ve yay seti, şişme ördek, balon, çiçek, kağıt mendil.
Her zaman su. Kışın normal, yazın buz gibi...
Cipiyle bir abla korna çalıyor, sucu kardeş hemen arabaya seğirtiyor. Abla arıyor, tarıyor, bir lira yok.
‘200 bozar mısın?’ diyecek oluyor, bozulacak diye korkuyor. İki yüzlük banknot değil, sucu kardeş...
‘Kusura bakma, bozuk çıkmadı’ diyor. ‘Ne demek abla, başka zaman verirsin!’ çekiyor cömertçe otoyol emekçisi. ‘Susuzluk başka şeye benzemez abla, afiyet olsun!’ diyor.
Arka arabadan bir amca tanık oluyor, bu diyaloğa. Kıyamıyor. ‘Gel oğlum’ diye seslenip iki liraya bir su alıyor!
Ne güzel insanlarsınız hepiniz!
5- Metrodaki Polis
Hemen yanı başında üç genç müzik yapıyor. Belli ki yorgun. Ne şartlarda çalıştıklarını anca tahmin edebiliyorum. Çok tatminkar olmayan bir maaşla, gecesi gündüzü karışık, can güvenliği de cabası bir ‘meslek’ bu aslında.
Bu kardeş yorgun gözlerle gülümsüyor gençlere. Neredeyse aynı yaştalar. Birinin elinde gitar, birinin belinde silah, tek fark bu gibi dışarıdan. İçeriden aynılar.
Bir adam yanaşıyor turnikelere tekerlekli sandalyeyle. Polis kardeşin kulağı müzikte, adamı kesiyor. Zaten her gelene geçene dikkatli bir şekilde bakıyor. Ne zor!
Asansör bozuk. Bir isim sesleniyor ortalığa. Bir sivil varmış meğer kalabalığın arasında, koşarak geliyor. Biri sandalyeyi kucaklıyor, diğeri engelli kardeşini. Hepsi ne güzel gülümsüyorlar. ‘Şimdi yapacaklar kardeş’ diyor, ‘ama sen bekleme.’
Metroya kadar yerleştirip, arkasından el sallıyorlar inanır mısın? İnanırsın...
6- Sosyal medyadaki esprili genç
Farkındalar. En büyük güç mizah. Zaten farkında olmadan da öyleler. Pırıl pırıllar. Kıvrak zekalılar. Bizim gibi olmadıkları için eleştiriliyorlar. İş beğenmedikleri için, işe kendi koşullarını direttikleri için; eski kuşaklar şaşırıyorlar. Bu sosyal dünyaya doğdular. Evde de, sokakta da, hiç bir nesilin olmadığı kadar sosyaller. Sosyallik anlayışları farklı, hepsi bu.
Başbakan Amerika seyahatinde montla – bereyle parkta, bahçede gezeliyor. Anında bin tane caps yapıyorlar. Hepsi birbirinden komik, zeki, bin köşe yazısı gücünde. Birinde Keanu Reeves’in yanına banka oturtmuşlar gülümsüyor, bir diğerinde Avengers arasında, bir başkasında Ak Gezenlerle ‘Winter is coming’ diyor.
Biri tweet atmış; ‘Stranger Things’e başladım. Gerçek dışı çok olay var, mesela çocuk kayboluyor ama Müge Anlı’yı aramamış!’ yazıyor!
Her şeyi görüyorlar, her şeyi izliyorlar, her şeyi eleştiriyorlar; sadece kendi tarzlarıyla. Kimimiz hiç anlamıyor, kimimiz uzaktan keyifle gülüyor.
Almış eline bir USB, elinin fotoğrafını çekmiş. ‘Scarlett Johansson’la metrodayız’ yazmış altına!
Hayatı tiye alıyorlar. Ne büyük bir mizah, helal olsun size gencolar!
7- Atatürk’ü seven minik
Hep varlardı, eminim bu gidişle daha da çok olacaklar. Ne güzel ana - babaların çocukları bunlar!
Bir 10 Kasım’da ‘Atatürk öldü’ diye hüngür hüngür ağlayanına kalbin dayanmıyor izleyince, bir başka bidik de annesine ‘Atatürk ölmedi anne üzülme, kalbimizde yaşıyor!’ diye içimizi yeşertiyor.
İkisi kendi aralarında konuşuyor benim bidiklerim, geçen gün 10 Kasım’da. ‘Ölünce, gidip Atatürk’ü görebilir miyiz sence?’ diyor. Sessizce dinliyoruz. Öteki, ‘Görüyorsun ya zaten? İnsan ölünce doğaya karışıyor. Toprağa karışan insan bazen bir çiçek oluyor, bazen bir ağaç dalı’ diyor. Şaşırıyoruz.
‘Atatürk kesin dev bir ağacın, kocaman dalı olmuştur!’ diye kesip atıyor ufak olan. Gözyaşları içinde birbirimize bakıyoruz...
*
Evet, sıradan insanlar ve sıradan hikayeler bunlar.
*
Memlekette kadın döven, komşu köpeğini zehirleyen, hak yiyen, çalan – çırpan, hep kendine yontan, cahil, başka türlüsünü bilmeyen kötüler yok mu? Var!
*
Ama bu iyi ve pırıldayan sıradan insanlar; içleri karanlık tiplerden çoklar!
Bu ülkede yaşamak için yedi değil, milyonlarca sebep işte bu insanlar...
*
Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @anlatanadam
Paylaş