Peki, ama masallarda anlatılan hayali öcülere bile inanabiliyorken, hemen önümüzde dumanı tüten sahici bir tabak dolusu yemeğin ağladığına neden hiç inanmadık?
Mesela biz yetişkinlerin bayıldığı fasulyeyi ele alalım...
Zeytinyağlı olsun olmasın, fasulye tanelerinden hüngür hüngür ağlama sesinin çıkmaması geçerli bir sebep olabilir. Öte yandan konuya gerçekçi baktığımızda çocuğun, o fasulyenin sofraya gelene kadar nasıl süreçler geçirdiğinden bihaber olması ve neticesinde o yemeğin kıymetini bilmemesi gayet doğal bir sonuçtur.
Fasulye tarifi üç aşağı beş yukarı aynıdır ama ‘’kıymet bilen çocuk’’ tarifini belki şu şekilde deneyebiliriz :
Malzemeler
Yapılışı
Tabağında kalan fasulyesini bitirmeyen çocuğu, ‘’Peki madem, kalk bakalım evladım sofradan’’ diyerek doğaya yollamalı, fasulye sardırılacak sırıklar (mümkünse söğüt veya fındık dalları) tek tek toplatılmalıdır. Muhakkak düz, uzun ve sağlam seçilmesi gereken sırıkların yerleri ustaca hazırlatılmalı ve sert toprağa diktirilmelidir.
Fasulye tohumlarını serpmeden önce toprağı şöyle güzelce bir havalandırmalı, eller nasır oluncaya ve toprak kulak memesi kıvamına gelinceye kadar iyice bir çapa yaptırılmalıdır.
Keşke aynı karizmayı geçen gün ben de sergileyebilseydim...
Ağaçlarımın arasına yeni bir tanesini eklemek için toprağı kazarken, bir süre sonra dipteki taşları çıkartabilmek için küreği bırakıp, dizlerimin üstüne çöktüm ve ellerimle toprağın dibini almaya başladım. Az sonra fark ettim ki, eldivenimin bilek kısmında kocaman bir şey duruyor. O ‘’bir şey’’in danaburnu olduğunu anlamam pek uzun sürmedi elbette.
Kazmayı küreği sağa sola fırlatıp attığım salto ve ters taklalar, artistik jimnastikçileri kıskandıracak cinstendi. Şaşkın bakışlarıyla beni izleyen arkadaşlarım ‘’Ne oldu?’’ diye sorduğunda, diken battı diye geçiştirmeye çalışsam da kısa süre sonra gerçek ortaya çıkınca birkaç saatliğine alay konusu oldum.
Hep de aynı cümle : ‘’Bir de doğada yaşayan adamsın...’’
Çoğu zaman doğada olduğum için hangi böceğin zararlı, hangi örümceğin zehirli olduğunu aşağı yukarı bilirim. Ama hiç bir tehlikesi olmayan böcekten bile korkmanın ne anlamı olabilir ?
Columbia Üniversitesi'nden Joshua New şöyle anlatmış:
‘’Omurgalı hayvanları hedef alan güçlü zehirlere sahip bir grup örümcek, Afrika'yı insanlardan çok önce işgal etmişti. Burada, onlarla on milyonlarca yıl boyunca bir arada yaşadık. Atalarımız, bu yüksek zehirliliğe sahip örümceklerle her an, tahmin edilemez bir şekilde ve ciddi anlamda yüksek bir riskle karşılaşma ihtimaline sahiplerdi. Bir karadulun ısırığı sizi öldürmese bile, atalarımızın yaşadığı zamanlarda, bireyi haftalarca etkisiz hale getirebilirdi. Bu da, dış tehlikelere tamamen açık ve savunmasız hale gelmenize neden olurdu.’’
Otların biçilmesini istiyordum... ‘’Yağmurlar bitsin.’’
Fidelerin dikilmesi gerekiyor... ‘’Mart’ı bekleyelim’’
Bostana gübre lazım... ‘’Önce bi dinlensin.’’
Ağaçlar meyve vermiyor... ‘’Mevsimi değil.’’
Şehir hayatında o kadar alışmışız ki her şeyin göz açıp kapayıncaya kadar olup bitmesine, başka bir sisteme dahil olmaya çalıştığımızda beklemeye tahammülümüz olmuyor. Oradaki bekleme süresinin ömrümüzden eksildiğini zannediyoruz herhalde.
Her ne kadar şehirliliği üstümden atmaya çalışsam da İstanbul’da doğup büyümenin getirdiği bir şımarıklık var davranışlarımda.
Meyve fidanı almak için pazara gittiğimde, pazarcının bana sunduğu fidanı beğenmeyip “Daha büyüğü yok mu’’ diye soruyorum. ‘’İki üç yıl bekle, büyüyecek zaten’’ diyor, küfür yemiş gibi oluyorum. Çünkü alışmışım, şehirde iki lira fazla verdiğimde, daha büyük bir menü yiyebiliyorum.
Ektiğim fideler sebze vermeyince, hemen fideciyi arayıp şikayet ediyorum. ‘’Yaz ortası...’’ diyor, çıldıracak gibi oluyorum. Çünkü biliyorum ki şehirde pizzam 5 dakika geç gelse, pizzanın fiyatını kuryeye yükleyebiliyorum.
Dayanamadım sordum…
Şaka yaptığını sandığım için konuyu gülerek geçiştirdim ve kanoyu hazırlamaya devam ettim. Bir an için göz ucuyla arkadaşımı süzdüğümde, kafasının etrafında beliren soru işaretleriyle bana baktığını fark ettim.
***
Dünyanın neresinde ne yenir, ne içilir bilen bir arkadaşımla yaşadığım bu trajikomik olay gibi birçok hatırayı, doğada birkaç arkadaşımla daha yaşadım maalesef. Güzeller güzeli vatanımızın doğasına bu kadar uzak kaldıysak, tarihine ve kültürüne sahip çıkmamız da olanaksız demektir.
Başka memleketleri hayranlıkla takip ederken, hemen yanı başımızda bulunan coğrafi ve kültürel değerlerimizden haberimizin olmaması, bizi bir dünya vatandaşı değil; bu toplumun cahili yapar.
Dünyanın çeşitli yerlerine gitsek ne anlatacağız, soru sorsalar ne cevap vereceğiz?
Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizin, hangi denizinde, hangi mevsimde ne balık çıkar bilmedikten sonra, İspanya’da yiyeceğin deniz mahsulü tabağındaki bir çift göz sana teessüfle bakar.
Tüketim toplumunun birer parçası olarak, ‘’Doğaya dönüyoruz’’ denildiğinde aklımıza gelen ilk şeyin, kırsal alanlardaki ev ve arsa fiyatlarının artmış olması, pek de şaşılacak bir şey değil. Malum, günümüzde yeni bir eğilimin çıkması, muhtemel harcamaların, dolayısıyla yeni boyundurukların altına girmemizin başlangıcı sayılıyor.
Doğaya ulaşacağım diye uğraşırken, kendimize gereksiz harcamalar çıkartmak, ister istemez bizi amacımızdan daha da uzaklaştıracak ve tıpkı Sisifos’un çektiği cezayı çeker gibi bir durumun içine sokacaktır.
Sisifos (Sisyphos) Zeus’un bir sırrını ortaya çıkarttığı için hüküm giymiş ve büyük, yuvarlak bir kayayı dik bir dağın en tepesine yuvarlamakla cezalandırılmıştır. Bu kayayı dağın tepesine her çıkartışında, taş yerinde durmayıp dağdan aşağı yuvarlanmış, Sisifos da işe her seferinde yeniden başlamak zorunda kalmıştır. Bu yüzden Sisifos’un cezası bir türlü tamamlanamamıştır.
Bizde de durum aynen böyledir. Doğaya ulaşmaya çalışırken, alışılagelmiş anlayışımız, tüketim yönünde olduğu için gereksiz harcamalarımızın ardı arkası kesilmeyecek ve bunlara yetişebilmek için yine doğadan uzak kalacağız.
Bu doğrultuda, acaba tüketim toplumunun mu yoksa doğanın mı bir parçası olduğumuz gibi ikilemlere cevap bulmaya çalışmak da son derece romantik bir yaklaşım olacaktır. Tarih öncesi devirlerde yaşamadığımız için ikisinin de bir parçası olduğumuzu ve bunun böyle devam edeceğini elbette kabul etmeliyiz.
Tartıştığımız nokta, doğaya ne kadar saygılı ve yakın olduğumuzla ilgili olmalı. Kart ödemelerimize veya internet siparişlerimize gösterdiğimiz özeni, Doğa Ana’ya da aynı şekilde gösteriyor muyuz diye sormalıyız kendimize. Çünkü farkına varsak da varmasak da, hepimiz Doğa Ana’nın çocuklarıyız.
Gereksiz ve aşırı tüketimden uzaklaşmak, bizi doğaya yaklaştıracak adımların ilkidir. Kapitalist düzenin bize dayattığı ve bizim de güle ağlaya dibine girdiğimiz bir savurganlık girdabından çıkmak ve bunun dışında kalmak bir disiplin işidir.
Bu disiplin içinde, öncelikle gerçek ihtiyaçlarımızı belirlemek ve günlük tüketimlerimizi makul seviyelere çekmek, bizlerin doğayla olan bağını nicelik ve nitelik açısından daha da güçlendirecektir.