Bu hafta yine Londra maceralarına devam edeceğim. Üstelik bu yazıların taliplileri bile var..
Bakın ne yazmış Hilda Kecyan:‘Yangın alarmı ne işe yarar, yazınıza çok güldüm, sizin yatağın üstünde zıplayıp da cihaza şaplak atarkenki haliniz gözümün önüne geliyor ve gerçekten kendi kendime gülüyorum. Otel yanacak siz hálá cihaza şaplak atıyor olacaksınız. Neyse büyük geçmiş olsun derken, yazınızın başında Londra’dayım deyince ben de büyük bir merakla Londra’nın son halini, haberlerini, güzelliklerini, havasını, suyunu anlatacaksınız diye okumaya başladım ama yazıyı yangın olayı ile bitirdiniz. Rica etsem haftaya Londra’mı anlatır mısınız? Yediğiniz, içtiğiniz, gittiğiniz yerleri, gördüğünüz, sevdiğiniz, sevmediğiniz, kısaca Londra ile ilgili her şeyi. Londra ile ilgili her şey beni ilgilendiriyor da... Eski hatıralarım canlanıyor da... Ve de maalesef gidemiyorum da. Lütfen.’
LONDRA SON 150 YILIN EN SOĞUK TEMMUZUNU YAŞIYOR
Gelin de Hilda’yı kırın şimdi. Okurlarımın bir tanesinin bile üzülmesine göz yumamam. Aynen Londra yazılarına devam ediyorum. Önce havadan söz edeyim. Londra son yüz elli yılın en soğuk temmuzunu yaşıyor. Her gün şakır şakır yağmur da, yanında ciddi bir yaz promosyonu olarak İngiliz halkına sunulmuş durumda... İngilizler de resmen havayla kafayı yemiş durumdalar. Yatıyorlar, kalkıyorlar hava konuşuyorlar. Yıl boyunca güneşe hasret bir ulusun evlatları olarak böyle yapmalarını belki çok doğal bulabilirsiniz ama insanın da havadan sudan başka konuşacağı bir şeyler mutlaka olmalı değil mi?
Belki de haksızlık ediyorum, İngilizlerin şu sıralar çok konuştuğu bir şey daha var. Emlak fiyatları. İngiliz halkı bir süredir çeşitli fonlardan kredi alıp ‘evlenme’ sevdasına düşmüş. Söylendiğine göre İngilizler tarihlerinin en borçlu dönemini yaşıyorlarmış ve... Evet ve... Emlak fiyatları düşme eğilimine girmiş. Neredeyse tarihinin en düşük seviyesine inmeye başlamış. Krize bakar mısınız? Daha parasını bile ödemediğin evi satmaya kalksan yarı fiyatına gidecek... İngiliz dostlarımız bu konuda kafayı bozmakta haklılar. Bizde olsa devlet anında ‘mevduat garantisi’ne benzer bir uygulama başlatır ortada kredi mağduru bırakmazdı. Söz konusu İngiltere olunca tabii ki Blair hükümetinden böyle ‘sosyal demokrat üçüncü yol’ uygulamaları beklemek safdillik olur!
Londra sokaklarında Trafalgar Meydanı’nda, Picadilly’de, Leicester Square’de dolaşırken gördüm ki soğukkanlılıkları dünyada dillere destan olan İngilizler aslında hiç de öyle değiller. Hava onbeş derece, şakır şakır yağmur yağıyor, Londra kadınları cıscıbıl ortalarda dolaşıyor. Bizde bu hava olsa var ya şerefsizim kadınlarımızın yarısı kabanla yarısı da boğazlı kazak giyip dolaşır, kalanı da zaten evde battaniyeye sarınmış oturuyor olurdu.
Abarttığımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Soğuk benim içime resmen işlerken, elimde Starbucks’tan aldığım cafe latte ile bir yandan yürüyüp bir yandan ısınmaya çalışırken bir de bakıyorum karşıdan kolsuz bluzuyla, açık göbeğiyle, poposunun üstünde kısa eteğiyle bir Londra kadını görülüyor. Ben daha da bir üşürken o yanımdan geçip gidiyor. Biraz daha yürüyorum bu sefer ondan daha cıbıl bir başkası. Hele de güneş bir onbeş dakika İngilizlere kıyak yapmak için saklandığı yerden çıkıp yüzünü göstermişse, ortalık resmen çıplaklar kampına dönüyor! Tamam biraz abarttım kabul ediyorum ama eğer onbeş dakikalık güneş banyosu için kabak çiçeği haline gelen İngilizlere güneş cenneti Türkiye’yi ancak bu kadar pazarlayabiliyorsak yuh olsun bize!
PASAPORT POLİSİNDEN YÖNETİM DERSİ!
Akşam on sularında Londra’daki Heathrow Havaalanı’na indim. Uzunca bir yürüyüşten sonra pasaport kuyruğunun ucunu bulabildim. İlk kez bu kadar kalabalıkla karşılaştığım için gerçekten şaşırdım. Kuyruğun tam anlamıyla bir dudağı yerde bir dudağı gökdeydi. Sanırsınız ki yetmiş iki milletin uçağı, anlaşıp aynı anda Londra’ya inmiş! Çaresizlik içinde beklemeye başladım. Bir saat geçti bir arpa boyu ilerleyemedim. Baktım, asıl sorun kuyruğun uzunluğu değil! Sorun pasaport kontrolü yapan polis sayısında. Tam sayısını anımsamıyorum ama sanırım yirmiye yakın kontrol noktası var, o anda çalışan görevli sayısı ya beş ya altı. Heatrow Havaalanı işletmesine o an ben de saygılarımı sundum tabii ki. Bir yarım saat daha geçti, ortalarda bir yerlere doğru gelebildim. Hesaplıyorum kuyruk bu hızla yürümeye devam ederse sabah namazına falan otelimde olacağım. Bir süre sonra bir baktım Avrupa Birliği vatandaşlarının kuyruk oluşturduğu bölümden alkış sesleri gelmeye başladı. Bir iki dakika sonra tüm salon hep birlikte alkış yoluyla pasaport kuyruğundaki eziyeti protesto etmeye başlamıştı. Sonuç ne oldu sizce? Örneğin bu olay Türkiye’de olsa pasaport polisi ne yapardı? Ben söyleyeyim. Bir görevli çıkar, herkesi sessiz olmaya çağırır ve şöyle bir konuşma yapardı: ‘Biz de burada görev yapıyoruz kardeşim. Eleman verdiler de biz mi çalıştırmıyoruz. Bekleyin, sırası geleni alacağız işte...’ Bu çıkışa protestocular şöyle yanıt verirdi: ‘Bu yaptığınız insanlığa sığmaz be... İki kulübeyi yönetemiyorsunuz... Bütün gün oturacağınıza... Söyleyin o amirlerinize...’ Bunun üzerine pasaport polisi sertleşirdi: ‘Sesini çıkaranı...’
Londra’da böyle olmadı. Görevlilerin şefi sandığım bir muhterem, kontrol noktalarının önüne geldi, önce özür dileyen bir konuşma yaptı, sonra bütün sorumluluğu üzerine aldığını söyledi ve diğer görevlilere emir verdi: Kontrolü bırakın herkes serbestçe geçsin. On dakika sonra bavulumu almak için yola koyulmuştum. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuş haldeyken. Acaba bu muhteremi nereye sürerler diye düşünmekten kendimi alamadım. Sizce sürmüşler midir?
Bir erkek seni mahvetmeye yemin ettiyse merak etme gece vur kafayı uyu ama bir kadın seni mahvetmeye karar verdiyse sakın gözünü kırpma. (Elif Şafak, Araf’tan)
SAM’S KEBAP’IN ARKASINDAKİ SIR
Londra’nın biraz dışında küçük bir kasabayı gezerken karnım acıktı, lokanta aramaya başladım. Çok geçmeden de karşıma ‘Sam’s Kebap House’ çıktı. Böyle ‘Türklish’ bir ismi görünce dayanamadım içeri girdim. Siz de olsanız aynı şeyi yapmaz mıydınız? ‘Elalemin Sam’i ne anlar kebaptan mebaptan’ diye düşünmez miydiniz? Aynen böyle düşünüp daldım içeri ve Ahmet Bakıcı’yla tanıştım. Sordum öyküsünü anlatmaya başladı. 1987’de Aksaray dolaylarında ‘Nasıl yırtarım, nasıl yırtarım’ diye düşünürken zamanın İngilizce öğreticisi Limasollu Naci’nin aracılığı ile atmış kendini Kent yakınlarındaki Margete topraklarına. Ahmet o zaman daha 17.5 yaşında... Sekiz ay dil okulunda kalmış. Daha sonra bir yolunu bulup, kendi deyimiyle, Londra’ya kaçmış. Bir süre iş aradıktan sonra bir Yunan lokantasında bulaşıkçı olarak çalışmaya başlamış. Beş yıl içinde de çalışkanlığıyla aynı lokantaya yönetici olmuş. Bu sıralarda bir pubda İrlandalı bir kızla tanışan Ahmet, onunla evlenip vatandaşlık işini de aradan çıkarmış.
Bir süre sonra Ahmet’i Yunan lokantasında yaptığı iş kesmemeye başlamış. Biriktirdiği on bin poundla Londra’nın dışında Reding kasabasında bir karavan satın alıp dürümcülük yapmaya başlamış. Karavan için Reding belediyesine ödediği kira da haftada yetmiş pound. O zaman kebap neyin bilmeyen Ahmet, kebap yapa yapa olmuş size ciddi bir kebap uzmanı... Bu arada İrlandalı eşinden ayrılıp bir Türk kızıyla hayatını birleştirmiş, mutlu mesut başarı basamaklarını çıkmaya devam etmiş...
Ahmet’i beş yıl sonra Karavan’da kebapçılık işi de kesmemiş, yeni arayışlar içine girmiş. 1997’de arkadaşlarından birinden Londra’nın yakınlarında bir yerlerde ‘Sam’s Chinese House’ isimli lokantanın satılık olduğunu duymuş, pazarlık sonucu bu lokantayı altmış bin pounda kapatmış. Bakmış Sam ismi yabancı müşteri çekmek için hiç de fena değil, Sam adını koruyup, hafifçe olayı Türkleşleştirmiş: ‘Sam’s Kebap House’.
Ahmet ‘O günden bu yana İngilizlere nefis kebaplar sattığını’ söylüyor. Müşterilerinin yüzde 99’u da İngilizmiş. ‘En çok chicken kebap seviyorlar’ diyor Ahmet. İşleri de gayet iyiymiş. Yakında ikinci lokantayı da açmayı düşünüyormuş. Türkiye’ye dönmek aklının ucundan bile geçmemiş Ahmet’in. Karısı ve üç çocuğuyla birlikte her yıl bir kere Türkiye’ye geliyormuş. Ahmet Bakıcı tam anlamıyla Beşiktaş hastası...
Ahmet çok kalender bir Aksaraylı, çok sevecen, çok dost biri. Üstelik de her Türk gibi akraba canlısı. Yanında çalışanlar da eşi dostu akrabası. Türkiye bu Ahmet’lerle gurur duymalı.. Bu Ahmet’ler dünyanın her yerinde taşı sıkıyorlar suyu çıkıyor. Çok seviyorum ben bu Ahmet’leri... Sam’s Kebap House’a gitmek isteyen bir mesaj atsın hemen adresini göndereyim.
CUMA TAKINTISI
Bu hafta Magnum’un yeni çıkardığı dondurmaya taktım, adı Krokant Karamel. Size de tavsiye ederim sıcaklarda soğuk soğuk pek iyi gidiyor. Fazla kilodan falan da korkmayın. Bakın ben hem yiyorum hem kilo veriyorum. Son iki ayda sekiz kilo verdim. Sırrını söyleyeyim, ekmek yemiyorum. Hepsi bu..
CUMA İTİRAFI
**itiraf** Kadın, 27, İstanbul
‘Üşüttüğümden dolayı idrar yolu iltihabı olmuşum. İnanılmaz kaşıntı yaratan bir hadise olduğunu hanımlar iyi bilir. Ama ‘kaşınan yeri’ kaşımak da tabii mümkün değildir. Kabataş’tan Üsküdar’a gitmek için dolmuş teknelere binmiştim. En arkaya oturdum. Sanırım motor kısmına denk gelen yere oturmuşum. Tekne hareket ettiğinde oluşan titreşimden tam da istediğim yer (!) kaşınmaya başladı. İnanın, hayatımda hiç bu kadar rahatladığımı hatırlamıyorum. Tesadüfen inanılmaz bir yöntem buldum!’
Yorum: Yani ne diyeyim bilemiyorum. Arşimed mezardan Türk insanının keşif konusundaki yeteneğine ne der duymak bile istemiyorum. Yeri gelmişken acaba bu kardeşimiz oturduğu yerin motor olduğundan emin mi?