Monster ya da Cani filmi daha çok Charlize Theron’un oyunculuğuyla kendinden söz ettirdi.
Gerçekten de Charlize Theron, fahişeyken bir dizi cinayet işleyen katile dönüşen Aileen Wuornos rolünde muhteşem oynuyor. Yani, Aileen Wuornos’un kendisi Florida’daki mezarından kalksa gelse, bu rolde bu kadar başarılı olamayabilir.
(Monster gerçek bir öykü biliyorsunuz. Aileen Wuornos geçtiğimiz yıl Florida’da işlediği cinayetler nedeniyle idam edildi.)
Film başlar başlamaz güzel Charlize Theron’u unutup, kaşları kalkmış, ağzı çarpılmış, derisi deforme olmuş Aileen’e kendini kaptırıyor, bir fahişenin dramını izlemeye koyuluyorsunuz. Ancaaak... Filmde oyunculuktan çok daha fazlası var.
İlk bakışta Monster çok basit ve ekonomik bir film gibi görünüyor. Ben ise yönetmen Patty Jenkins’in bir fahişenin ağzından fahişeliğin açmazlarını, umutsuzluklarını iki dünya arasında kalışını çok iyi anlattığını düşünüyorum. Bu filmi seyreden birinin Türkiye’de köprü altlarında müşteri beklerken gördüğü ‘sokak fahişelerine’ aynı gözle bakması mümkün değil! (O fahişelerle yatılıp kalkılmasından söz etmiyorum, bu satırları okuyan ya da bu filmi görme isteği olan birinin sokak fahişelerinden hizmet alan biri olabileceğini düşünmek bile istemiyorum. Hakikaten, sokak fahişelerinden hizmet alanlar bizi okumuyor, bu filmleri izlemiyorsa bu filmler nasıl öğretici olabilir? Biz niye izliyoruz bu filmleri? Eğlenmek için dram niye izlenir? Tek neden ‘yaratıcı bir şeyler’ görmek mi? Ara sıra böyle garip sorular aklıma gelir, çevreye verdiğim rahatsızlıktan ötürü özür...)
Monster’daki aşk ilişkisi de ilginç. Günde sayısız erkekle birlikte olan Aileen, gerçek aşkı başka bir kadında, lezbiyen Selby’de buluyor. O güne kadar lezbiyenlere ilgi duymayan Aileen, Selby’de kendini bulup, onu ayartıyor ve onunla büyük bir aşk yaşamaya başlıyor. Patty Jenkins’in iki kadın arasında sevişme sahnelerini yansıtışına da resmen hayran kaldım. Bu iş iki hemcins arasında nasıl bu kadar zevkli yapılır anlamak mümkün değil! (Bu filme 17 yaşından küçük kızınızı götürmeyi düşünüyorsanız iki kere düşünün.)
Monster’da yaygın olan bir inancın gerçek olmadığını da görüp üzülüyorsunuz. Ne deriz: Aşk her şeyin ilacıdır! Fahişe Aileen için aşk neredeyse sonun başlangıcı oluyor, Selby’nin isteklerini karşılamak için ‘normal’ hayata dönmek isteyen Aileen’in suratına her yer kapanıyor. O da 13 yaşından bu yana uzmanı olduğu işe dönüp, cinayet işlemeye başlıyor. Selby apartman dairesi istiyor, Alieen öldürüyor, Selby gezmek tozmak istiyor, Aileen öldürüyor. Ve Aileen aşkla tedavi olayım derken kendini büyük bir uçurumun yamacında buluyor. Monster’ı mutlaka izleyin, izlerken de aşk konusuna bir de benim gibi bakmayı deneyin. Aşk diye de kendinizi kahretmeyin, şaire inanın:
Mutlu aşk yoktur!
Cuma Takıntısı
Profilo İş Merkezi’nde tiyatrolar bölgesinin girişinde Cafe Des Arts diye çok hoş bir yeme-içme ortamı var. (mekan değil ortam, çünkü burası tam bir orta(m)). Bu hafta sonu orada dondurmalı browni yemenizi ve kendinizi ödüllendirmenizi öneriyorum. Tadı damağınızda kalacak..
Devekuşu eti yedim
‘İyi ki yedin ne yapalım?’ diyorsunuz değil mi? İlk defa devekuşu eti yedim, bu nedenle konu ediyorum. Global mideli biriyimdir, tatmadığım garip yemekler söylenince ‘Iıııyyykkkk!’ diye ses çıkarmam. Kurbağa bacağı, salyangoz, kaplumbağa çorbası, yılan balıklı suşi mideme hoş gelmiş sefa gelmiştir, bu gibi yemekler söylenince ‘Iyyykk’ sesini hayatta çıkarmam, çıkaran oldu mu da ‘dünya insanı’ olduğundan ciddi bir şekilde şüphe duyarım. Devekuşu etini tatmadım, çünkü bugüne kadar nedense hiçbir mönüde karşıma çıkmadı. İlk kez karşılaştım ve hemen ısmarladım. Bu davranışımdan yeniliklere karşı yaklaşımımı da anlamışsınızdır. Yenilik konusunda Teflon tava gibiyimdir. Yani? Hiçbir şey üstüme yapışmaz!
‘İlk kez karşılaştım ve ısmarladım’ dediysem, bu ısmarlama ışık hızında olmadı tabii ki. Canavar filminde olduğu gibi, Aileen Wuornos’un bir fahişeden bir kana susamış canavara dönüşmesi gibi en azından iki üç dakika geçti. Garsonu çağırıp ‘Daha önce kaç kişi yedi? Mamullerinizde domuz eti var mı? Leş sayınız kaç?’ gibi risk algılayan her normal insanın sorduğu soruları sordum. Garson da her Türk garsonunun yaptığı gibi ‘Valla ben olsam yemem ama siz bilirsiniz’ gibilerden bir şeyler söyledi. Ben de her zaman olduğu gibi ‘Tamam o zaman bundan alayım’ deyip, devekuşumu ısmarladım. Çok geçmeden de iki parça biftek görünümlü devekuşu önüme kondu. Kenarından didikleyip ağzıma attım. Ne deve tadı var (çok yedim ya!) ne de kuş. Resmen kırmızı et. Çok az ama çok az, minnacık bir azlıkta bir ekşilik var hepsi bu. Devekuşu onaylanmıştır arkadaşlar, afiyet olsun. ‘Daha hindiye alışamadım, devekuşu da nereden çıktı’ demeyin. Devekuşu da bu dünyanın bir hayvanı, diğer hayvanlar ne kadar çile çekiyorsa o da çekmeli, hak geçmesin, lütfen.
Not: Devekuşu Profilo İş Merkezi Zemin Kat Amazon Cafe’de tadılmıştır. Tavsiye olunur. Gerçekten nerede bu Firuze?
Neredesin Firuze’yi gördüm, hayal kırıklığına uğradım. Bildik, tanıdık olmayı bir yana bırakalım öykü çok sığ. Ne kadar çekiştirirsen çekiştir uzun metraj bir filmi kapayacak malzeme yok. Böyle olunca da Ezel Akay reklam filmlerinden gelen yaratıcı zekasını kullanıp ne bulduysa filme doldurmuş. Sonunda ortaya ‘Gerçekten Nerede Bu Firuze?’ ortaya çıkmış. Ezel Akay’ın sıradan bir öyküyü gerçek ötesi bir anlatımla bir eğlence karnavalına dönüştürmesini, teknik becerilerini kesinlikle yadsımıyorum. Ezel Akay çok iyi, çok farklı bir reklam yönetmeni, tarzı var, bu tarzı da ‘Neredesin Firuze’ye yansıtmış. Ama ben filmi izledim ve bittiğinde beynimde bir eksiklik kaldı, nedenini de biliyorum: Bu kadar çok mesaj farklı tonlarda, farklı renklerde ve dozlarda bir anda verilince, süre iki saat de olsa, beyin kolay kolay bir bütün yapmakta zorlanıyor. Gidelim mi? Hoşça bir iki saat geçirmek istiyorsanız neden olmasın? Haluk Bilginer’i de unutmamak lazım. Her zaman olduğu gibi çok iyi performans gösteriyor.
Cuma ALINTISI
Tartışmak erkekçe, konuşmak kadınca bir şeydir (Alcott)
Eşcinsel manşetinde ben de zorlandım
Hürriyet’te 17 Şubat’ta yer alan ‘Eş durumundan oturma izni’ başlıklı ‘manşet’ haberi ben de sevmedim. Benim sevmeme nedenim ‘çocuklara falan kötü örnek olma konusu’ değildi. Çocuklar gazeteleri bizim gibi okumuyorlar ki! Onlarda manşet, ön sayfa, arka sayfa ayırımı yok ki. Çocuk ne okusa, okuduğu yeni bir şeyse onun için önemli haber! Manşeti sevmedim çünkü bu habere karşı hiç de hazırlıklı değildim. Bizim Küçük Himini (Görkem 11) eşcinselliği benden daha iyi biliyor. Yadırgadığı da yok. Nasıl yadırgasın, televizyonda sabahtan akşama kadar ne izliyorlar sanıyorsunuz. Televizyon dediğin de toplumun yansıması değil mi? Görkem’in bilmediği ‘evlenme’ konusu. Emin olun Küçük Himini o günden beri ‘Baba iki erkek nasıl evlenebilir?’ diye soruyor, kesinlikle doğru dürüst bir yanıt veremiyorum. Hukuki olarak veriyorum ama biliyorum ki Küçük Himini’nin istediği yanıt hukuki değil. O daha fazlasını, uygulamayı soruyor, işte orada zorlanıyorum. Var mı bir önerisi olan?