Paylaş
İki yerde ayakta alkışladım.
Ama temenni mahiyetinde mırıldanmaktan da kendimi alamadım.
Şöyle dedi:
“Bölücü değil birleştirici olmalıyız. İhtilafları değil ittifakları, husumeti değil muhabbeti güçlendirmeliyiz.Yaşanan çatışmalardan, çekişmelerden, düşmanlıklardan zarar gören sadece Müslümanlardır, İslam ülkeleridir.Dostları çoğaltmak, düşmanları azaltmak zorundayız...”
İşte bu dediklerine, noktası virgülüne harfiyen katılıyorum.
Erdoğan’ın hitap ettiği salonda 56 İslam ülkesi oturuyordu, çoğu birinci adam düzeyinde.
Aralarında Sisi’nin Dışişleri Bakanı Semih Şükrü de vardı. Mısır’ın birinci adamı General Sisi, dönem başkanlığını Türkiye’ye devretmek üzere onu göndermişti.
Darbeci Sisi yönetimiyle münasebetlerimizin yumuşama devresine girdiğine işaret.
Aynı şekilde İsrail’le Mavi Marmara katliamından bu yana kopan ilişkilerimiz de normalleşme sürecinde. Anlaşmanın eli kulağında, imzalandı imzalanacak.
Lafta kalmadığının, dış politika uygulamalarında makul bir çizgiye çekildiğimizin örnekleri bunlar.
Demek ki 7 düvelle savaşmak zorunda değilmişiz. Başka yolu varmış.
Demek ki dört bir yanımızı düşmanla çevirtmeyebilirmişiz. Dünya bize karşı olmayabilirmiş.
Saldırılara verilecek en etkili cevap, en efsanevi savunma, husumeti önleyici politikalarmış.
Demek ki kamplaşma, zıtlaşma, kutuplaşma mecburi istikamet değilmiş.
Düşmanları azaltıp dostları çoğaltmak mümkünmüş.
Bölücü, çatışmacı politikalar yerine birleştirici, uzlaşmacı politikalar izlemek bizim elimizdeymiş.
Dış politikada başımızı olur olmaz belalara sokmama formülü buymuş.
Öyleyse iç politika pratiklerimizde de aynı mantığın geçerli olmasını neden beklemeyelim?
Dışarıda, ulusal çıkarları ve hedefleri birbirinden farklı ülkeler arasında uzlaşmayı övdüğümüze göre...
İttifaklara, koalisyonlara gitmenin faydalarını yere göre sığdıramadığımıza göre...
Kardeşliği hayata geçirmeyi hararetle önerdiğimize ve kucaklaşmayı çok iyi bir şey olarak salık verdiğimize göre...
İçeride, tasada ve kıvançta kader birliği etmiş aynı milletin evlatları arasında da uzlaşmayı, dayanışmayı, kardeşliği, birlik ve beraberliğin formlarından biri olarak koalisyonu tavsiye edebiliriz artık.
Kamplaştırmanın, kutuplaştırmanın, ölümüne nefretin, sürgit didişmenin çok kötü bir şey olduğunu; bize, bu ülkeye, bu millete akıl almaz zarar verdiğini dağa taşa yazabiliriz demektir.
Muhabbetle alkışlamaz mıyım!
Şöyle dedi:
“Adaletten umudunu kesen insanların, terör örgütlerinin istismarına açık hale gelmesi kaçınılmazdır. Çünkü her şeyin başı ve sonu adalettir...”
Esas duruşta alkışlıyorum. Terör, öldürme yöntemiyle yenilmez. Ancak örgütlerin, eleman kafalamasını önlemekle yenilebilir. Onu başarmak da kullandıkları adaletsizlikleri bitirmeye bağlıdır.
Fakat naçizane mırıldanmadan da duramıyorum.
Geçenlerde, müebbede hüküm giyen PKK’lı bir teröristin adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verdi diye...
Anayasa Mahkemesi’nin başına gelmeyen kalmadı.
Eşi benzeri görülmedik ağır saldırılara uğradı.
‘Teröristin hakkını nasıl olup da gözettiği, PKK’lı caniyi haklı bularak koruyup kolladığı, şehitlerimizin kemiklerini sızlattığı’ filanla başladı hücum.
Artık kesinkes rejim karşıtı bir odak haline geldiğine, millete ve devlete tehdit oluşturduğuna kadar vardı.
Ne hainliği ne gayrimilliliği ne teröristliği ne düşmanın yanında yer aldığı bırakıldı.
Derhal kapatılması, milletin ve devletin selameti için bir an önce lağvedilmesi gerektiğine dair feci bir kampanya yürütüldü. Uluorta görmediği psikolojik şiddet, yemediği manevi dayak, çalınmadık kara, maruz kalmadığı baskı, tehdit ve gözdağı çeşidi kalmadı.
Cumhurbaşkanı, ‘hayâsız akın’ dediğim o saldırılara karşı Anayasa Mahkemesi’ne sahip çıksa, adalete sahip çıkmış olmaz mıydı?
Terörle mücadeleye güçlü bir destek, örgütlerin istismarına sert bir darbe yerine geçmez miydi?
Paylaş