Yorulmak...

Sahibinin yaşadıklarından ama onayından geçmeyi başarmış, yırtılıp atılmamış, yakılmamış, kırpılıp makaslanmamış kusursuz parçalar.

Haberin Devamı

Sadece hatırlamak istedikleriniz...

Kral, güzeller güzeli kızı prenses için bir davet tertip eder. O davette nöbet tutan sıradan bir asker, prensesi görür, âşık olur. Malum imkânsız bir aşktır bu. Ama Prenses asker âşığına, 100 gün 100 gece boyunca penceresinin karşısında kıpırdamadan beklerse onun olabileceğini vaat eder. Böylece asker âşık büyük bir iradeyle beklemeye koyulur günler geceler boyunca. Sıcak soğuk, yağmur çamur demeden bir sandalye tepesinde bekler. İklimler değişir, asker gözü, kulağı, tüm benliğiyle prensesi bekler. Prenses zaman zaman pencerede görünür, kaybolur. Asker bekler. Tam 99 gün ve gece kıpırdamadan, yılmadan, düşmeden, umutla, inançla bekler. Ve 99’uncu günün sonunda, birden oturduğu yerden kalkar, sandalyesini alarak çekip gider. Neden gider? Bilmiyoruz! Çırağı Totto’ya bu hikâyeyi anlatan makinist Alfredo (Philippe Noiret) bundan bahsetmez.
1984 İtalyan-Fransız ortak yapımı ‘Cennet Sineması’ filminden belleğimde asılı kalmış birçok sahneden biriydi bu. Giuseppe Tornatore’nin seyreden herkesin kalbine çizik atmayı başardığı büyük filmi. Has sinemanın, seyircisini sanatına âşık eden, seyredeni hayata bağlayan, yanıtlar içermese de olağanüstü tutkulu sorular sormaya kışkırtan örneklerinden biri. /images/100/0x0/55ea4c35f018fbb8f876bae2
Genç adam, 99 gün ve gece her türlü zorluğa, yoksunluğa direnerek bekledikten sonra, vuslata tek bir gün, belki saatler kalmışken neden çekip gitmişti? 99 kere aştığı bir zorluğun ferah kapısından neden dönüvermişti? İnsan ‘ne zaman’ ve ‘neden’ vazgeçer? Yanıtı zor, hatta yanıtsız sorular neden bu kadar çekicidir?

YILLIK İZİNDE DEĞİLDİM

Köşeyi düzenli takip eden okurlar biliyor, iki haftadır gazete yazılarına ara vermiştim. Yani Başbakan’la yaptığımız ‘Gezi Parkı’ gündemli görüşmenin içeriğini aktardığım yazıdan sonra, iki haftayı yazmadan geçirdim. Gazete ‘yazarımız yıllık izinde’ türünden tatlı bir gerekçeyle beni idare etti. Ama doğrusu ben yıllık izinde değildim.
Yıllık izin nedir, nasıl yapılır tam bilmiyorum ama, benim bu iki hafta halim hal değildi özetle. Gazeteleri okuyamıyor, TV’de haberleri izlemeye tahammül edemiyor, Twitter’da 5 dakikadan fazla kalamıyor, yazı yazamıyor, telefonlara yanıt veremiyor, yalnız ve bütünüyle kendime ait zaman diliminde yapmaktan etmekten hoşlandığım şeylere bu defa aklımı, dikkatimi veremiyordum. Genel bir tahammülsüzlük hali gibi bir şey!
İşin en tatsız kısmı da bütün bu etkisizleşme ve kopma halinin yarattığı huzursuzlukla baş edemeyip, kendi gölgemle kavga etmeye başlamış olmaktı. İki haftada irili ufaklı -ve elbette yersiz- kaç öfke nöbeti geçirdiğimi hatırlamıyorum. Bu arada pek az yakın arkadaşımla birkaç kez görüşebildim ve onlarda da farklı biçimlerde ama benzer emareleri gözlemledim. 
Buna en geniş anlamıyla ‘yorulmak’ deniyor galiba. Nietzsche; “Yorulduğumuzda ve cesaretimizi kaybettiğimizde, yıllar önce yendiğimiz düşüncelerimizin saldırısına uğrarız” buyurmuş. Bu ‘hiçlik fetişisti’ Nietzsche abimizin her dediğini kulağıma küpe diye takmam ama bu ‘yorgunluk’ dramaturjisine katılmamak mümkün değil.

KENDİNİN REPLİKASI

Ben yorulmuşum. Kendimi eski fotoğraflarda sevinç ararken yakaladığımda anladım bunu. Eski fotoğrafları karıştırdığınız olur mu? Sıkça açılmayan çekmecelerde, nereye ötelediğinizi hatırlamadığınız albümlerde, zihninizin unutulmaya merdiven dayamış kuytularında istiflediğiniz ‘an’lara sığındığınız olur mu? En çok yorulduğum zamanlarda başvuruyorum bu kısa kişisel tarih taramalarına. ‘Şimdi’ ile bağlarım zayıfladığında yani. Yani ‘bugün’ün gözümden düştüğü zamanlarda. Ya da ‘olacak olanın’ peşinde koşmaktan yorulduğumda. ‘Şimdi’nin ayağına dolanmak yerine, ‘olmuş bitmiş’in dizinde soluklanma güdüsü.
Eski fotoğraflar… Onlar ‘şimdi’ye kadar olup bitenlerin içinden sahibine gurur veren anların seçkisidir. İstenmeyip yok edilenlerden arta kalanlar. Sahibinin yaşadıklarından ama onayından geçmeyi başarmış, yırtılıp atılmamış, yakılmamış, kırpılıp makaslanmamış kusursuz parçalar. Sadece hatırlamak istedikleriniz. Hayatınızın sizin tarafınızdan montajlanmış, çapaklarından temizlenmiş bir replikası.
Makinist Alfredo’nun bir zamanlar çırağı olan Totto’ya miras bıraktığı film makarası gibi. 30 yıl önce ayrıldığı kasabaya dönen Totto, Alfredo’dan yadigâr makarayı film makinesine takar. Çocukluğu boyunca kasabanın sinemasında oynayan ve sansür edildiği için kimsenin seyredemediği tüm öpüşme sahnelerinin birbiri ardına montajlandığı bir Alfredo seçkisini izler gözyaşlarıyla. Alfredo’nun kurgusu, şimdi artık orta yaşlı olan Totto’nun hayatının bir özetidir aslında. Totto’nun gözyaşları sadece geçmişe duyulan özlemin değil ömürlük bir yorgunluktan feraha çıkmanın ifadesidir belki de.
Bana gelince; eski fotoğrafları unutacağımı umduğum bir yere sakladım. Chopin Nocturn dinleyerek bu son satırları yazıyorum. Hâlâ bir yazının sonunu getirebildiğime sevinerek…

Yazarın Tüm Yazıları