Paylaş
Geçtiğimiz hafta Amerikalı girişimci Elon Musk, üstünde çalıştığı yeni bir taşıma sistemi projesini açıkladı kamuoyuna. Ses hızına yakın bir süratle seyahat etme hayali. ‘Hayal’ demek haksızlık olur aslında. İlk etapta akla gelen tüm kaygılı sorulara makul, anlaşılır yanıtlar verecek düzeyde görebiliyor önünü. Adı ‘Hyperloop’. Bir tür raylı sistem. Güneş enerjisiyle çalışacak. İki nokta arasında kurulan bir metal tüpün içinde 1200 km hızla ilerleyen bir kapsülde seyahat edeceğiz. Türkiye’den örnek vermek iyi olur diye hesap etmişler; İstanbul’dan Antalya’ya 30 dakikada ulaşılacak. Ucuz ve güvenli. Heyecan verici değil mi?
Cuma günü mesaiyi bitirip çantanı kap, at kendini istasyona, 30 dakika sonra filankes sayfiyede al soluğu. Pazartesi sabah ilk tüpe yetiş, hop 30 dakika sonra kazasız belasız, beklemesiz İstanbul’da, yahut işte ‘her nerede yaşıyor ya da yaşatılıyorsan’ orada ol, mesaine yetiş. Oh ne alâ memleket!
‘BABA GELELİM ARTIK…’
Nur içinde yatsın babam, berbat bir sürücü ama eğlenceli bir yol arkadaşıydı. Küçükseniz otomobilin güvenli kullanılıp kullanılmadığı umurunuzda olmaz. Eğlenceli bir yol arkadaşı, uzun ve bir noktadan sonra kaçınılmaz olarak bezdirici yolculuğu katlanılır kılan tek şeydir. Beklemek, beklemesini bilmeyene beter bir deneyimdir. Evde merasimle yemek yerken, yolculukta zırt pırt acıkır çocuklar. Doğaya aykırı sıklıkla tuvalet ihtiyacı icat ederler. Çünkü o yaşta durup beklemek kadar bunaltıcı bir şey daha yoktur. Mola istersiniz -son moladan beri bir saat geçmemiştir tabii- otomobilin, evin ve hayatın hâkimi babanın sinirleri gerilmeye başlar, baba gerildi mi bütün aile gerilmiş sayılır, öyledir ve böylece varış noktası neresi olursa olsun, bütün seyahatler birbirine benzer.
Babamın seyahat performansıysa sıradışıydı. Kendi müziğini dayatsa da, sohbetten iskonto yapmaz, yanıtlarını hiç merak etmediği sorular sorar, sorduğum yersiz sorulara sabırla yanıt dizer, böylece lafa tutarak beni sıkıntıdan, kendini ‘zırt pırt molaları’ndan sıyırırdı işte. Kelime dağarcığım tükenip geyik muhabbetinin dibi tuttuğunda, daima işe yarayan bir numarası vardı. “Hadi bakalım, denizi ilk kim görecek?” oyunu. Denizi ilk gören dondurma filan gibi bir şey kazanırdı. Beklemeyi katlanılır kılacak küçük bir meydan okuma oyunu. Gözümü ufka diker saatler boyu beklerdim. Ve kazanırdım. Neden her seferinde kazanmayı başaran taraf olduğumdan şüphelenmeden. Bu oyunda babama düşen; huzurlu bir sürüş ve ufukta beliren her su birikintisinde “Denizi gördüüüm!” haykırışlarıma “Hayır efendim, orası Sapanca Gölü, şurası filankes barajı” yanıtı yetiştiren rehber rolüydü.
Gölleri, baraj sularını ezberlerken beklemeyi öğrendim yolculuklarda. Durmak bir eylemsizlik biçimi midir? Evet öyledir. Peki beklemek? Emin değilim. Cemal Süreya “Beklemek, gövde gösterisi zamanın” demiş.
BEKLEDİM DE GELMEDİN…
Yakın zamana kadar yolculuk demek, beklemek demekti! Tren garlarında, otobüs terminallerinde, tatil dönüşleri yol kenarlarında beklemek! Tiyatro eğitimi aldığım konservatuvar yıllarında Ankara Tren Garı’nda saatler geçirirdim. Gözlem yapmak için. Öğretmenlerin tavsiyesine uyarak. Sabahtan akşama peron boyu sıralanmış ahşap banklara tüner, insanların hikâyesini anlamaya çalışırdım. Telaşla koşuşturanların durumu bellidir. Benzer kaygılı, gergin yüzler. Bekleyenlerse öyle değildir. Sabırla ve yeterince izlerseniz, bekleyenlerin yüzleri, beden dilleri hikâyeler fısıldamaya başlar, duyarsınız. Telaş, sahibini tek tipleştirirken, beklemek öznesini çoğaltır, başkalaştırır. Bekleyenler birbirine benzemez. Her bekleyen bir değildir ya da. Hüzünlü bir kadın yüzü kendi sorusuna çeker sizi. Gitmeyi mi bekliyor acaba, yoksa gelecek birini mi? O uzun, balıksırtı paltolu suratı çiçekbozuğu adam, bu kadar saattir kıpırdamadan birine gitmeyi mi bekliyor, birinden gitmeyi mi yoksa? Beklemek; kendi hikâyesini yazan, yalnız ama muhakkak zengin bir eylemdir. Belki bu nedenle şöyle yazmış Balzac Baba: “Beklemesini bilenin her şey ayağına gelir.” Şimdi yollar duble, otomobiller ev konforunda. Hızlı trenler uzağı yakın ediyor, otobüsler limon kolonyası kokmuyor. Uçaklar, orta gelirlinin de dostu artık. Artık yolculuk beklemek değil, sürat demek! Dahası; Bay Elon Musk’ın ufku, yakın gelecekte bir kapsülün içinde, bizi 30 dakikada memleketin, giderek kıtanın, nihayet dünyanın diğer ucuna ulaştırıverecek!
Zahmetsizce… Beklemeden, bakmadan, görmeden, düşünmeden! Hikâyesiz… Şiirsiz bir zaman zarfında… Tren garlarında başlayıp bitmeyecek aşklar. Kimseler kimseleri beklemeyecek Godot’yu bekler gibi. Hızlı trenlerin peşinde koşamayacak gözyaşını içine akıtan âşıklar, bir peron boyu…
Hayat kolaylaşıyor, kolaylaştıkça süratleniyor, süratlendikçe zamanımız daralıyor! Oysa güzeldi beklemek… Beklemeyi öğrenmek, sevmek güzeldi işte… Bekleyenleriniz çok olsun…
Beklemek, kendi hikâyesini yazan, yalnız ama muhakkak zengin bir eylemdir.
Balzac’ın dediği gibi: “Beklemesini bilenin her şey ayağına gelir.”
Paylaş