Paylaş
Siyah beyaz bir fotoğraf. Birkaç genç adam kanepeye sıralanmışız. Ortada oturuyorum. Elimde objektifin okuyabilmesi için dikkatlice tutup kaldırdığım Cumhuriyet gazetesi. Tarihi 16 Ocak 1991. Manşeti; “ELLER TETİKTE”…
Fotoğraf 22 yıl önce, Diyarbakır’da bekâr evimde çekildi. Dünya televizyonlarından naklen yayınlanan, randevulu ilk savaş olan 1.Körfez Savaşı’nın startını veren, Bağdat’a Amerikan hava saldırısından birkaç saat önce. Açıkça gerginiz. Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nun 20’li yaşlarındaki sanatçılarıyız. Şehir, Saddam’ın kimyasal bombayla tehdit ettiği alanın sınırında ve etki alanı içerisinde.
Diyarbakır boşal(tıl)mış. Varlıklı siviller şehri çoktan terk etmiş, geriye gidecek yeri ve imkânı bulunmayan yoksul halkla, biz devlet memurları kalmış. Sivil Savunma Kurumu kimyasal bomba saldırısında nasıl korunulacağına ilişkin duyurular yapmış. Evlerimizin pencerelerini naylonla kaplamalı, kapı altlarına ıslak bezler veya kum torbaları yerleştirmeli, küçük ve mümkünse penceresiz bir odada yaşamalı, gaz maskesi bulundurmalıyız. O günlerde Diyarbakır’da naylon, yapıştırıcı bant, gaz maskesi karaborsada. Parası olan şehrin kaçağıyla meşhur Japon Pazarı veya civarındaki her şey satan tezgâhlarda kimyasal silahtan korunamayacağı malzemeleri arayarak deniyor.
1988’deki Halepçe katliamının üstünden daha üç yıl geçmiş, şimdi pervasızca ilan edilmiş bir büyük acı gösterisini, prömiyer gecesinde, sahneye en yakın koltuklara yerleşmiş olarak bekliyoruz…
16 Ocak gecesi fotoğraf çekildikten birkaç saat sonra, ilk füze Bağdat’a düşüp bir savaşa ekrandaki görüntüsünden fazla hiç yaklaşmamış bir Amerikalı spiker naklen yayında, Bağdat’a yağdırılan ölüm füzelerini havada uçuşan ateşböceklerine benzettikten sonra yani; arkadaşlar kâbusa dalmışken, birkaç gün önce naylonladığım salon penceresinin pervazına tünemiş sigara içiyorum. Boşalmış, ışığı sönmüş, suskun bir şehrin karanlık siluetine bakarak…
Başkalarının savaşı yoktur. Nevruz’daki barış mesajlarının ardından bu çocukların da belki yüzü gülecek. |
PENCERELERİ NAYLONLU EV
Durgun resimde küçük bir kıpırtı takılıyor gözüme. Karşı çaprazdaki yorgun apartmanın giriş katının geniş penceresinde bir adam telaşla pencereyi naylonluyor. İzlemeye koyuluyorum. Adam çalıştıkça evden vuran cılız ışık küçülüyor. Büyük pencere bitti, şimdi diğeri… Işık daha da azalıyor, bir pencere daha, bir sigara daha… Son pencere de naylonlandı ve adam karanlıkta yitti… Üçlüye kıvrılıp uyuyorum.
Sonraki birkaç gün tiyatroyla ev arasında geçiyor. Bilgesu Erenus’un ‘Misafir’ adlı oyununu oynuyor, o şartlarda salona gelen az sayıda seyirciyle –temsile çıkmak için 3 seyircinin bilet alması yetiyordu- unutulmayacak bir deneyim yaşıyor ve sonra pencereleri naylonlu evlerimize çekilip korkuyu bekliyoruz.
Kaçıncı gündü hatırlayamıyorum, bir sabah çay sigara faslı için pencereye dikildiğimde karşı çaprazdaki yorgun apartmanın önündeki kalabalığa gözüm değiyor. Diyarbakır’da kalabalık gerilim yaratır bünyede. Pencereyi açıp anlamaya koyuluyorum olan biteni. Binanın önünde iki çekçek var. Hâlâ mevcut mudur bilmem, o yıllarda iki tekerlekli, iki kollu genişçe tezgâhlarla üç otuz paraya yük taşınırdı Güneydoğu’da. O tekerlekli tezgâha çekçek, çekip taşıyana da çekçekçi denirdi. Kalabalık sessiz. “Taziyedir” diye düşünüyorum. Çekçeklere anlam vermeye çalışırken apartmanın kapısı açılıyor, battaniyelere sarılmış bedenler ikişer üçer kişi tarafından dışarı taşınırken çekçekçiler hareketleniyor, önce iki yetişkine ait olduğu anlaşılan ölü bedenler bir çekçeğe yerleştiriliyor, sonra her biri bir kişinin kucağında çarşaf ve örtülere sarılmış küçük birkaç beden diğerine bırakılıyor. Çekçekler ayrılıyor, kalabalık kısmen peşlerinden akıyor. Bir kısım insan da yavaşça evlerine dükkânlarına çekiliyor ve bitiyor…
İnip, binanın önüne gidiyorum. İki bina yanda duran mahalle bakkalı yanıma gelip sormamı beklemeden “Sobadan zehirlenmişler abi” diyor. “Camlar naylonlu ya! Soba üflemiş. Ev de hava almayınca tabii… Hepsi gitmiş... Allah rahmet eylesin, işsizdi” deyip uzaklaşıyor. Çoğu büyük boy siyah alışveriş torbaları kesilerek, birbirine eklenip sündürülerek kaplanmış pencerelere bakıyorum bir süre. Dönüyorum. Hepsi bu…
16 Ocak 1991 Salı gecesi ailesini kimyasal bombadan sakınmak üzere telaşla pencereleri naylonlayan adam ve onu sessizce izleyen ben, -biz- kendisiyle birlikte eşinin ve üç evladının mezarlarını naylonladığını bilmiyorduk. O beş masumun isimleri Körfez Savaşı’nın kayıp envanterine işlenmedi. Soba zehirlenmesinden öldükleri düşüldü kayda.
“Başkalarının savaşı” diye bir şey yoktur… Savaş; istisnasız herkese payına düşen acıyı verir. Ona uzak ya da yakın olmamız payımıza düşen acıdan kurtulmamıza yetmez. Kurtulabileceğimiz tek savaş hiç başlatılmamış olandır.
Barışlar olsun…
Paylaş