Paylaş
Yani “Ustalık kabinesi”nin Başbakan Erdoğan açısından şifresi şudur: “Kimsenin nazını çekmeye niyetim yok.”
İsimler belirlenirken hallaç pamuğu gibi dağıtma söz konusu olmamış. Bülent Arınç orada, Beşir Atalay orada, Ali Babacan orada, Recep Akdağ orada, Binali Yıldırım orada, Hayati Yazıcı orada, Mehdi Eker orada, Veysel Eroğlu orada... Yani “devrimci bir yaklaşım” söz konusu değil. Ama Vecdi Gönül’ün yeni dönemde Milli Savunma Bakanlığı koltuğunda olmaması bile başlı başına “devrim gibi” bir şey.
Nimet Çubukçu eğitimin başından gitti... Galiba Ali Demir’in bile başına patlamayan kabak, onun başına patladı.
“Bizim Suat” bakan oldu. Bir meslektaş dayanışması hissiyle memnun oldum.
İçişleri Bakanlığı gibi çok önemli bir bakanlık İdris Naim Şahin’e emanet edildi. Tanımayanlar için söyleyeyim: İdris Naim Şahin çelik çekirdektendir. İstanbul Belediyesi’nden beri Erdoğan’ın yanındadır. Mülki idarecilikten gelmedir. Dolayısıyla İçişleri Bakanlığı’na getirilmesinde şaşılacak bir yön yoktur.
Ve Bekir Bozdağ çalışkanlığının, bağlılığının, cevvaliyetinin semeresini gördü: “Başbakan Yardımcısı” oldu. Daha ne olsun.
Bazıları yadırgayacak ama iddia ediyorum: Ömer Dinçer, Milli Eğitim Bakanlığı görevinde başarılı olacak. Neden mi? Bir kere işinin ehlidir... İkincisi eğitim tekniklerini iyi bilir. Üçüncüsü örgütlenme uzmanıdır... Ama iki sorunu var: “İletişim açısından” zayıftır, ideolojik takıntıları vardır. Bu iki sorunu sorun olmaktan çıkarırsa başarısı kaçınılmaz olur.
Gitti Selma Aliye Kavaf, geldi Fatma Şahin... Gelen gideni aratır derler ya... Fatma Şahin’in aratmayacağına bahse girerim.
Ben Erdoğan Bayraktar’ın “Çevre Bakanlığı” gibi “korumacı” bir bakanlıkta değil de projeci ve yatırımcı bir bakanlıkta daha başarılı olacağını düşünüyorum. Bakalım zaman ne gösterecek?
İşte en şaşırtanı: Milli Savunma Bakanlığı’na yaşını başını almış, idare-i maslahatçı, etliye sütlüye karışmayan, askerlerle arayı iyi tutacak rind-meşrep bir ismin getirilmesini beklerken İsmet Yılmaz gibi deneyimsiz bir isim getirildi. İyi de oldu. Çünkü Milli Savunma’nın artık “deneyimsiz” bir isme bırakılmasının zamanı geldi de geçiyordu.
Hangi aidiyet daha güçlü: Fenerbahçe mi? CHP mi?
OYUNU CHP’ye verenlerin bile “CHP ne yaptığını bilmiyor” diye CHP’ye bodoslama giriştiği bir ortamda memleketin dört bir yanından “Ben Fenerbahçe’ye ve Aziz Yıldırım’a laf söyletmem arkadaş” nidaları yükseliyorsa...
CHP’li milletvekillerinin vekilliklerinin düşürülmesi tehlikesi karşısında yaprak bile kımıldamazken Fenerbahçe’nin küme düşme tehlikesi karşısında hop oturulup hop kalkılıyorsa...
CHP için bir “uzlaşma formülü” falan aranmıyor ve “Tükürdüklerini yalayacaklar” denilirken Fenerbahçe için herkes bir “kurtuluş reçetesi” peşindeyse...
Kimsenin aklına “Yüzde 26 oy almış bir parti” demek gelmezken herkes ağzını açtığında “Yüzde 45’lik bir taraftar desteğine sahip takım” demeye özen gösteriyorsa...
Ergenekon sanığı iki ismi vekil yaptı diye CHP’ye ağzına geleni söyleyen fanatik Fenerbahçeli Cengiz Çandar, “çete” iddiasına gözünü kapatıp Aziz Yıldırım’a tam destek veriyorsa...
CHP aleyhine yazı yazmak neredeyse “milli spor” halini almışken Fenerbahçe aleyhine kelime etmek bile hayli riskli bulunuyorsa...
“Hangi aidiyet daha güçlü?” diye sormaya gerek var mı?
Mesele Şafak Pavey meselesi değil ki
MECLİS Genel Kurulu’nda kural gereği etek giymek zorunda kalan CHP Milletvekili Şafak Pavey, “Bunu ben mesele etmedim. Mesele edenleri de anlamıyorum” demiş.
Olayı mesele edenlerden biri olarak Şafak Pavey’e şunları söylemek isterim:
Siz protezinizi göstermeyi mesele etmeyebilirsiniz...
Mevzu bu değil.
Mevzu şudur:
Protezini göstermek istemeyen bir kadının durumu ne olacak? Bunu mesele eden kadına “Etek giy de gel” denecek mi, denmeyecek mi?
Bence hep beraber odaklanmamız gereken yer budur.
Siz istediğiniz kadar “Benim için sorun yok” diyebilirsiniz. Ben de şunu demeye devam ederim: Protez bacağını göstermek istemeyen bir kadına etek giy de gel diye dayatan yasanın da, yasağın da canı cehenneme...
Ayşe’ye içten, kısa ve acılı bir sesleniş
SEVGİLİ Ayşe...
Eğer insanların seni ve kocanı rahat bırakmasını istiyorsan...
Eğer kimsenin düğününe, mutluluğuna, evliliğine laf etmesini istemiyorsan...
Eğer kem gözlere ve kem sözlere maruz kalmak istemiyorsan.
Yapman gereken tek bir şey var:
Mahremiyetini titizlikle korumak...
Ama bir yandan sen, bir yandan çiçeği burnunda kocan...
Dışavurumculuğu abartırsanız, şova şov katarsanız, her şeyinizi paylaşmak için yanıp tutuşursanız, kameraların üstüne üstüne giderseniz, tartışmaları attığınız kıtırlarla körüklerseniz, “hakkımızda iyi yazanlar / hakkımızda kötü yazanlar” diye çeteleler tutarsanız...
Kısacası...
Mutluluğunuza, birbirinize, yeni yuvanıza, aşkınıza, kendinize odaklanmak yerine...
Kameralara, gazetelere, fotoğraflara, yazılara odaklanıp en alakasızların bile dikkatlerini kendi üzerinize çekerseniz...
Herkes konuşur.
Kimi kıskançlıktan, kimi dalgacılıktan konuşur.
Kimi haklı, kimi haksız konuşur.
Artık iş, “sana ne, bana ne, kime ne” düzleminden çıkar.
Toplumsallaşır.
Hakkında laf söylenmesi gayet meşru bir alan haline gelir.
Yani demem o ki Sevgili Ayşe...
Gerçekten mutluysan, gerçekten deli divaneysen, gerçekten “sonunda bulacağımı buldum” diyorsan, eğer gerçekten “size ne kardeşim” havasındaysan...
Bütün bunları “mahrem” kabul et ve sadece yakın çevrenle paylaş.
Sakın bana “Ne yapalım, kaçınılmaz olarak oluyor bunlar, biz ünlü insanlarız” masalını anlatma.
Çünkü bir insan isterse “şöhretin Madonna seviyesi”nde olsun, çok arzu ederse mahremiyetini koruyabilir.
Ya da şöyle söyleyeyim: En azından sizin gibi ballandırmaz.
Günlerin tortusu
Eski televizyon düzeni geçerliliğini korusaydı şimdiye çoktan Erol Köse’ye “müfteri şov”, Hilal Cebeci’ye de “panpiş şov” programları yaptırılıyor olurdu.
Dünkü Radikal’de Sırrı Süreyya’nın Murat Belge için kaleme aldığı yazıdan öğrendim. Vaktinde erişilemeyen şeyler için Elazığlılar şöyle dermiş: “Balık demiş ki ben öldükten sonra yemişim derin gölleri.” Ne güzel bir söz bu böyle!
Meclis Başkanı Cemil Çiçek aradı. Dedi ki: “Flört fahişeliktir diye bir şey söylemedim ben. Bu iftira yıllardır üzerime yapışmıştı. Bu haberi yapan arkadaş, seneler sonra kamuoyu önünde ‘bunu biz uydurduk, Cemil Çiçek böyle bir söz söylemedi’ dedi ve özür diledi.” Bu işten benim çıkardığım ders: Demek ki o kadar dört başı mamur bir iftira atılmış ki, seneler sonra dilenen özre rağmen hafızalardaki yerini koruyabiliyormuş. Allah kuru iftiradan sakınsın.
Seviyesiz, hadsiz insanlarla televizyon programlarında tartışılmaz. Bir hadsizlik karşısında programı bırakıp gitmek bazen en iyisidir. Böyle yazdım ve böyle düşünüyorum. Ama Taraf’ın Ankara Temsilcisi Lale Kemal’in Süheyl Batum’lu programı terk etmesiyle ilgili söylediğim şey başka: Lale Kemal bir yandan CHP’nin her şeye rağmen Meclis’i terk etmemesi gerektiğini savunuyor, bir yandan da kendisine yapılan en küçük bir haksızlık karşısında programı terk ediyor. Benim “Ne iş?” dediğim, “çelişkili” bulduğum mevzu budur.
Paylaş