AKP’nin seçim başarısı, bir ellerinde Kuran, öbür ellerinde "altın torbası" bulunan çarşaflı kadınlar ile sakallı erkeklerden oluşan "AKP timleri" sayesindedir...
Bu AKP timlerinin kapı kapı dolaşıp ahaliye "Vallahi de billahi de oyumu AKP’ye vereceğim" diye Kuran’a el bastırarak yemin ettirdiklerine dair kesin bir iman söz konusu... Bu bir şehir efsanesi falan da değil...
Koskoca Deniz Baykal bile, seçimden önce bu konuya epey ağırlık vermiş, hatta "Altını alın, yemin de edin ama oyunuzu AKP’ye atmayın. Allah günah yazmaz. Yazarsa da günahı benim boynuma" diyerek efsaneyi gerçek gibi sunmuş, iddiayı olgu haline getirmişti.
Ancak gelin görün ki...
Bu zamana kadar böylesi bir iddiayı kanıtlayacak tek bir tanık bile çıkmamıştı ortaya...
Düşünün: Dolaşılan onca kapıda, "Hop kardeşim! Siz hangi cüretle benim oyumu satın almaya kalkarsınız?" diyen tek bir babayiğit bile çıkmaz mı?
Neyse... Dünkü Cumhuriyet’te yer alan bir habere baktığımda bir tanığın çıktığını fark ettim...
Antalyalı Yücel Keleş adlı "tanık" diyor ki: "Kara çarşaflı iki kadınla sakallı bir adam geldi...
Tayyip Erdoğan bizi gönderdi dediler...
Bana altın vermeye kalktılar...
Abdestimin olup olmadığını sordular...
Sonra da Kuran’a el bastırarak ’Mart 2009 yerel seçiminde AKP’ye oy vereceğim vallahi billahi’ diye yemin ettirdiler."
* * *
Kuran’a el basarım ki...
Bu tanık, su katılmamış yalancıdır...
Yalancı tanıktır...
Çünkü iddiasını kanıtlayacak tek bir delil bile sunamamaktadır...
Çarşaflılar kimdir, sakallı adam necidir?
Hiçbir açıklama yapamamakta, isim verememektedir...
Bu zamana kadar neden sustuğunu izah edememektedir...
Bu yöntemle Alman Yeşiller Partisi bile rahatlıkla töhmet altında bırakılabilir...
Yine Kuran’a el basarım ki...
AKP’nin seçim başarısını bu gibi nedenlere dayandırarak rahatlamaya çalışmak, önümüzdeki seçimlerin de kaybedileceğinin çok açık göstergesinden başka bir şey değildir...
Nuri Bilge güzellemesi
BU zamana kadar katilinden hırsızına, hortumcusundan vurguncusuna her türlü müptezel adamın karşısına "Türkiye seninle gurur duyuyor" diye haykıranların çıktığı şu "güzel ve yalnız" memlekette, çok şükür, şimdi Nuri Bilge Ceylan ile gurur duyuyoruz...
O Nuri Bilge Ceylan ki...
Günümüzün en yükselen değeri haline gelen yaygaracılığın kapısından adımını atmamış, bunu yaparken de, "Bakın! Bakın! Nasıl da yaygarasız bir adamım" havasını basmamıştır.
O Nuri Bilge Ceylan ki...
Aşağılık duygusunun etkisiyle, artık neredeyse bir "vahiy" gibi algılanan "Türkiye’ye söversen ödülü kaparsın" tezini yıkmıştır.
O Nuri Bilge Ceylan ki...
İki kıytırık övgü için Hıncal türünden adamlara yalakalık yapmaya tenezzül bile etmemiştir...
O Nuri Bilge Ceylan ki...
Başarılarının ardından "Söz söylenmez sözüm üstüne" diyerek, kurum ve cakadan ibaret üstat ayaklarına yatmamıştır...
Oğuz Atay "Tutunamayanlar" ile ne yaptıysa, Yusuf Atılgan "Aylak Adam" ile ne yaptıysa...
Aynısını yapmıştır...
O Nuri Bilge Ceylan ki...
Taşra denilen yerin bezgin, derinliksiz, tekdüze ve kasvetli yönlerini de, dingin, saf, sahici ve sıcak yönlerini de bütün içtenliği ve hakikiliğiyle, en güzel resimler ve hikáyelerle ortaya dökmüştür.
O Nuri Bilge Ceylan ki...
"Uzak"ta "Kendinin bile ücrasında yaşayanlar" için mükemmel bir şiir yazmıştır...
"Kasaba"da geçmişleri bir türlü peşlerini bırakmayan insanların bitmek tükenmek bilmeyen bekleyişlerinin fotoğrafını çekmiştir.
"Mayıs Sıkıntısı"nda Türkiye taşrasından "Vişne Bahçesi" kıvamında pastoral bir senfoni çıkarmayı başarmıştır.
"İklimler"de "kaypak ilgiler" ile "zarif ihanetler" içindeki şehrin insanının bestesini yapmıştır...
O Nuri Bilge Ceylan ki...
Sinemada "Türk Dörtlüleri" diye selamlayabileceğimiz Zeki Demirkubuz, Reha Erdem ve Semih Kaplanoğlu gibi muhteşem yönetmenlere hem ağalık, hem babalık yapmıştır...