Paylaş
Gelin, hep birlikte bu “Nobel ödüllü yazar” hakkında şu “İşe yarar” bilgileri okuyalım:
* * *
V. S. Naipaul, korsanlarıyla meşhur Karayipler’de Trinidad diye küçük bir adada doğmuştur. “Küçük Naipaul”, ölesiye nefret ettiği ülkesinden 18 yaşında elde ettiği bir bursla Londra’ya kapağı atarak kurtulmuştur.
Londra’da kendisini bir yazar olarak geliştiren Naipaul, hiç de fena sayılmayacak edebiyat ürünleri ortaya koymuştur.
Fakat bir kusurcuğu vardır Naipaul’un. Doğduğu adadan, o “güzel ve yoksul” Trinidad’dan nefret etmektedir. Sadece Trinidad’dan mı? Ne gezer... Bizim Naipul, topyekûn Doğu’dan nefret etmektedir. Buna mukabil ise topyekûn Batı’yı yüceltmektedir.
Mesela Batılı edebiyat eleştirmenleri Naipaul’a, “Senin yazarlığının zenginliğinde Trinidad doğumlu olmanın payı büyüktür” diyorlar. Naipaul da buna yanıt olarak, “Saçmalamayın kardeşim... Trinidad’ın bir numarası yok. Orası bir tarladan başka bir şey değil. Ancak vahşiler hakkında araştırma yapmaya meraklı akademisyenlerin ilgisini çeker” diyor, diyebiliyor.
“Doğduğu yerden nefret etmek” ile yetinse, yine idare edeceğiz. Ama Naipaul rahat durmuyor. Bu sefer tutuyor, kendini İngiliz sanmaya başlıyor, hem de en “asil bir İngiliz” sanmaya... Mesela şöyle diyor: “İngiliz İşçi Partisi iktidarı, İngiliz yüksek kültürü ve medeniyetini bayağılığa teslim edip mahvetti”.
“Tarihte hiçbir emperyalizm, İslam emperyalizmi ile kıyaslanamaz” diyor. Bunu derken tarihin en büyük sömürge imparatorluğunun kucağında oturduğunu unutuyor. Yani o derece zavallı bir “koloni çocuğu” Naipaul.
“Eşitlik” diyorsun alay ediyor, “adalet” diyorsun kafa buluyor, “toplumsal özgürlükler” diyorsun burun kıvırıyor. Yani o derece faşizan, o derece sıkı bir sağcı.
“İslam” dendiğinde neler dediği konusuna girmeye bile gerek yok. Sadece “Zırcahil bir pozitivistin vereceği hükümleri veriyor” demekle yetiniyorum.
Bu “muazzam” ve “işe yarar” görüşleri nedeniyle yazarımızın, 11 Eylül’den hemen sonra “Nobel Edebiyat Ödülü” ile taltif edilmesi meselesine de sanırım girmeye gerek yok.
* * *
Peki neden yazdım bütün bunları?
Şundan dolayı:
Son günlerde ortalıkta bir Naipaul fırtınası esiyor.
Çünkü Naipaul, Türkiye’de düzenlenen bir etkinliğe, hem de “onur konuğu” olarak davet edilmiş durumda.
Hilmi Yavuz, bu davet üzerine, “Bu İslam düşmanı keferenin ne işi var buralarda” diye yazdı.
Bunun üzerine bazı yandaş yazarlar “Bu şerefsizi istemezük” diye feryada başlarken, başka bazı yandaş yazarlar da “Gelsin ama onur konuğu olmasın” diye tutum aldılar.
Yandaş olmayan yazarlar ise, “Naipaul’a linç girişiminde bulunuluyor” diye karşı atağa geçmiş durumdalar.
* * *
Benim açımdan ise durum şudur:
Gelsin Naipaul...
İster “onur konuğu” olarak gelsin, ister “onursuzluk konuğu” olarak.
Beni hiç ırgalamıyor.
Kampanya yapmayı, “şerefsiz” diye saydırmayı, bayrak açmayı falan abesle iştigal sayarım.
Derdim sadece şu:
Yeter ki bütün bu toz duman arasında benim “Naipaul’dan nefret etme hakkım” elimden alınmasın.
Gerisi gerçekten hikâye...
Magazin bağına destursuz girdim
Bir adam ve bir kadın, “yakalanmamak” için ta Küba’ya kadar gidiyor ve orada yakalanıyorsa... Buradan iki sonuç çıkar: Ya adam ve kadın acayip talihsizdir ya da kaçacak yer yoktur.
Paris sürgününde ülkemizin sosyetik güzelleriyle yakalanmayı bir itiyat haline getiren Cem Uzan, sanırım bize bir şeyler söylemek istiyor. Ben mesajı alamadım, alan varsa beri gelsin.
Şu sorunun cevabını arıyorum: Bütün bir yılını Sinan Çetin’le geçiren ünlü çiftimiz, 9 günlük bayram tatilini fırsat bilip “Fas’ta çöl” olayına girmek istediklerinde neden yanlarına Sinan Çetin’i alırlar ki? Formatı Tuna Kiremitçi kardeşimden ödünç alarak soruyorum: Bu işte bir “mazoşizm” olabilir mi?
Bir manken kızımız, Cem Yılmaz’la “yakalanınca”, ilginç bir “tekzip” yöntemini uygulamaya sokmuş: Gerçek sevgilisinin elini tutup sokağa çıkmak. Fakat gelin görün ki bu “tekzip”, magazin medyasının kuşkusunu gidermeye yetmemiş. Söyler misiniz? İkna etmek için daha ne yapılacak?
Bülent Ersoy’un eski eşi Armağan Uzun hakkında yaptığı yazılı açıklamayı okudunuz mu? Ben okudum. Bülent Hanım’ın yazısında kullandığı “orantısız şiddet dili”ni görünce “İyi ki Bülent Ersoy köşe yazarı değilmiş” demekten kendimi alamadım.
Ekrem Erdem’in açıklaması
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ekrem Erdem’in “Bizde Genel Başkan’a kafa tutulmaz” şeklindeki sözünü eleştirmiştim.
Ekrem Erdem, bir açıklama göndermiş.
Şöyle diyor:
“Ben Akşam Gazetesi’ne verdiğim röportajda AK Parti’deki yapılanmanın CHP’nin eski yapısından çok farklı olduğunu, AK Parti için CHP’deki durumun söz konusu olamayacağını, partimizde yetkilerin net bir şekilde tarif edildiğini söyledim, Akşam Gazetesi ise bu sözlerimi ‘Bizde yetkiler çok iyi sınırlandırılmıştır,
Genel Başkan’a kafa tutulmaz’ diye verdi. Dikkatinize sunarım”.
Ben de okurların dikkatine sunarım.
Yıkılmayı bekleyen tabular
Madem “Mehmet Aslantuğ çok efendi bir oyuncudur” tabusu yıkıldı, peki “Haluk Bilginer büyük oyuncudur” tabusu ne zaman yıkılacak?
Madem “Bir seslendirmeci olarak Müşfik Kenter” tabusu yıkıldı, peki “Bir şiir okuyucusu olarak Genco Erkal” tabusu ne zaman yıkılacak?
Madem “Bir belgeselci olarak Can Dündar” tabusu yıkıldı, peki “Bir sinema yönetmeni olarak Yavuz Turgul” tabusu ne zaman yıkılacak?
Kıymayın efendiler
SABAHATTİN Ali’nin en muhteşem eseri “Kürk Mantolu Madonna”, hükümet talebiyle filme çekilecekmiş.
İki milyon lira hazırmış.
Senaristler işe koyulmuşlar bile...
Vallaha ne yalan söyleyeyim:
Benim Gözümde Beren Saat’li falan bir film canlanıyor.
“Bari Kürk Mantolu’ya kıymayın efendiler” diye yalvarmam bundandır.
Paylaş