Bunca dert varken türbanı tartışacağız

EVET kardeşim, memleketin bunca derdi varken türbanı tartışacağız...

Neden mi?

Haberin Devamı

Eğer memleketin bazı kızları, "Ben ille de başımdaki örtüyle okumak istiyorum" diyorsa...

Buna mukabil...

Memleketimizin bir kesim insanı da, "Hayır! Olamaz! Senin başındaki örtüyü görmeye bile dayanamıyorum, boğuluyorum" diye tepki veriyorsa...

Ve daha o "örtü"nün adında bile anlaşma yoksa...

Bundan daha "hakiki" bir mesele mi olur yahu?

Ne yani?

Ortada böyle yakıcı, sarsıcı, taraf olmaya zorlayıcı bir gündem varken...

Tutup da her sorunlarını halletmiş İsveçliler gibi "Eğitime ayrılan pay yüzde kaç olsun" tartışması mı yapacağız?

Tabii ki türbanı tartışacağız.

* * *

Evet, memleketin bunca sorunu varken türbanı tartışacağız!

Düşünsenize:

Hrant öldürülürken, Şemdinli olurken, rahip katletmek neredeyse milli spor haline gelmişken, ekonomide alarm zilleri çalarken...

Kimsenin "Çekip gideceğim ulan buralardan" diye haykırmak aklının ucundan bile geçmezken...

"Türbanlıların çoğalması", terk-i diyar etmenin en mantıklı, en akılcı ve en haklı gerekçesi olarak sunuluyorsa...

Ve bu sunum, memleketin bir kısım insanı arasında çılgınca aksi seda buluyorsa...

Memleket, türban tartışması dışındaki hiçbir konuda kendinden bu kadar geçmiyorsa...

Ve sadece bu konuda...

Bir oturuşta karşılıklı tam "bin üç yüz otuz tez" çarpışabiliyorsa...

Tabii ki türbanı tartışacağız...

Evet, memleketin bunca derdi varken türbanı tartışacağız!

Görmüyor musunuz?

Adamlar ve kadınlar, çıkıyorlar televizyona...

Önce "Ay içimize fenalıklar geldi bu türbandan..." diye başlıyorlar...

Ama sonra da...

Hiçbir konuda konuşmadıkları kadar bu konuda konuşuyorlar...

Hiçbir konuda vermedikleri kavgayı bu konuda veriyorlar...

Hiçbir konuda yürütmedikleri aklı, bu konuda yürütüyorlar.

Bıkmadan, usanmadan...

27 yıldır aynı lakırdıları, ilk defa söylüyorlarmış edasıyla söylüyorlar...

Şu mavi göğün altında türban konusunda söylenmedik söz kalmadığı halde...

Çıkınlarında bu kadar laf biriktirenlerin olduğu bir memlekette...

Türbanın tartışması yapılmaz da neyin tartışması yapılır?

* * *

Evet, memlekette başka dert yokmuş gibi türbanı tartışacağız...

İktidar, "türban" adı verilen işaret fişeğini çakacak...

Gönlünü türbana kaptırmış kalabalıklar, bu işareti "Tamam, mesaj alınmıştır" diye karşılayarak iktidarın arkasında hizalanacak...

Buna mukabil...

Muhalefet de "Aman kimselere kaptırmayalım" diyerek türban karşıtı duyarlılığı kaşıyacak...

Ve bu oyun...

Her dem taze, her dem heyecan verici şekilde...

Bıkmadan, usanmadan sahnelenecek...

Oyunun gişesi de hep yok satacak...

Bu durumda...

Türbanı tartışmayacağız da neyi tartışacağız Allah’ınızı severseniz?

Cüneyt Koryürek’e dair

"ATLETİZMDEN anlamazsın... Hıncal Uluç’un "Salı geyikleri"ne hiç girmedin... Bırak Babıali Yokuşu’nu İkitelli’ye bile daha dün dahil oldun...

Söyler misin birader, senin Cüneyt Koryürek ile ne ilgin olabilir ki, ölümünün ardından ağıt yakıyorsun?"
diye sorabilirsiniz.

Anlatayım o zaman:

Neredeyse 10 yıl oluyor... "Dinci kanalın haber sunucusu" olarak safımın belli olduğu günlerdi...

Basın Konseyi, bir hoşluk yapıp, Atina’daki "Türk Yunan Gazetecileri Buluşması"na "dinci medya"dan beni de davet etmişti...

Böylece medyanın anlı şanlı temsilcileriyle ilk kez yakın temas içinde olacaktım. Acayip heyecanlıydım yani...

Ve fakat! Sonuç tam bir hüsrandı!

Üç günlük gezi boyunca... Medyanın anlı şanlı isimlerinin, "Seni aramıza almayacağız çekirge" diye somurtan edaları nedeniyle öyle bir dışlanmışlık duygusuyla baş başa kalmıştım ki, o kadar olur...

Sanki ben Mississippili zenci bir çiftçiydim ve Mississippi fena halde yanıyordu...

İşte tam o sırada... Bir "zenci dostu" ortaya çıkmasın mı?

Elinde piposuyla cin gibi bir "ihtiyar delikanlı", yani Cüneyt Koryürek, bendeki dışlanmışlık duygusunu öyle doğal, öyle medeni, öyle tatlı, öyle kibar girişimlerle bir anda "püf" diye söndürüvermişti ki sormayın gitsin...

Yıllar sonra, yani benim "saf"tan çıkıp "iki arada bir derede" kalmaya başladığım günlerde arkadaşım Hikmet aracılığıyla dost olduk kendisiyle...

Yemeklere çıktık, davetlere katıldık. Bin bir çeşit evrak-ı metruke ile dopdolu olan Harbiye’deki tozlu ofisinde eski kitaplar, eski fotoğraflar, eski belgeler arasında kahveler içtik...

Hıncal Uluç dedikoduları yaptık, unutulan adab-ı muaşeret kanunlarından söz ettik, Harf İnkılabı üzerine söyleştik.

Sonra bir kopukluk... Bir süredir görüşemiyorduk kendisiyle...

Geçen gün aradım, haftaya buluşmak üzere sözleştik.

Ertesi gün haber geldi: Cüneyt Koryürek bir trafik kazasında can verdi.

Benim açımdan durum şudur: En dışlandığım bir günde, hiç çaktırmadan bir yakınlık oluşturarak beni rahatlatmış çok medeni bir dostumu kaybettim...

Kritik zamanlardaki karakter sınavını geçebilecek kaç kişi kaldı ki şu yeryüzünde?

Allah rahmet etsin.

Yazarın Tüm Yazıları