Çünkü bu yaş, insan evladının en kötü çağına işaret eder.
Düşünün:
Ne adam yerine konacak kadar büyümüşsünüz, ne de arada kaynayacak kadar küçüksünüz.
Üstelik nedeni belirsiz bir "ergen mutsuzluğu", biraz "fırlamalık" ve "haytalık" ile kaynaşıp sımsıkı sarmış sizi.
Sersem gibisiniz yani...
Benimki işte tam da böyle bir cendereydi!
Yani tipik "ergen sorunları" ile boğuşmaktaydım.
***
Ancak...
Benim açımdan durumu çekilmez kılan bir unsur daha vardı:
O dönemde bizim aile, galiba biraz "Büfeci İslam" cephesine yakın duruyordu.
Evdeki kitaplıkta "Tefsir" ve "Hadis" kitaplarının arasında, yalnızlıktan bunalmış gibi duran birkaç Dostoyevski kitabı sıkışmıştı ama bu durum bizim ailecek "büfeci cephesi"ne dahil olduğumuz gerçeğini değiştirecek güçte değildi.
Bu yetmezmiş gibi...
"Bizim peder", o dönemde ufaktan İsmailağa Cemaati’ne yakınlaşmasın mı?
Tabii ki o alabildiğine sersem ve sarsak halimle ben de doğal olarak "getto"nun içinde bir yerlerde buldum kendimi.
Ama ne kadar sersem ve sarsak olsam da, o günlerde "getto"nun dışında gürül gürül akan bir dünyanın varlığının da farkındaydım.
Ergen kalbim, bir yandan "günah" adı verilen bela ile boğuşuyor, bir yandan da "Günaha son çağrı"nın çıldırtıcı ve isterik haykırışına doğru meyil ediyordu.
Ah! Bilemezsiniz, zavallı bir ergenin "günah" ile sorunlu ilişkisi, ne kapanmaz yaralar açar yüreğinde!
Neyse...
"Allah İclal’e bile böyle ceza vermesin" deyip geçeyim.
***
1980 senesinin 11 Eylül gününün akşamında...
Bizim küçük "büfeci İslam" ailesi, sınıfımıza gayet uygun bir semtte, yani Bayrampaşa’da misafirdik.
Ev sahibimiz İsmailağa cemaatinin "yukarıda duranları" tarafından biraz dışlanmış ama saygınlığını hálá koruyan cemaatin önde gelen isimlerinden İhsan Efendi idi..
Gece o evde konakladık.
Ve sabaha karşı, biz çocuklar, sanki namaza kaldırılıyormuşuz gibi "Darbe olmuş! Darbe olmuş" diye yataklarımızdan kaldırıldık.
Evde günah diye televizyon olmadığından cızırtılı bir radyodan "Yine de şahlanıyor aman" türküsünü dinlemeye başladık.
Tamam, müzik de günahtı ama darbe olmuştu, kritik anlar bazı yasakları meşrulaştırırdı.
Derken...
Kenan Evren’in "Sevgili vatandaşlarım" diye başlayan nutku geldi...
Evin sofu ahalisinde gözle görülür bir tedirginlik yoktu.
Ama çok geçmeden...
Apartmanın çevresi bir grup silahlı asker tarafından çevrilmesin mi?
Kadınlar dudaklarını kıpırdatarak dualar okumaya başladılar.
Erkekler kaygı dolu yüzlerle perdeyi aralayıp dışarıyı kolaçan ettiler.
Sonra birisi o uğursuz cümleyi sarf ediverdi:
"Eyvah! İhsan Efendi’yi götürecekler!".
***
Çok geçmeden durum anlaşıldı.
Meğer askerler, İhsan Efendi için değil, üst kattaki "sendikacı" için gelmiş.
Perdeyi araladığımda...
Askerlerin kot pantolonlu, traşı uzamış bir adamı kollarından tutup sürüklediklerini gördüm.
O gün bugündür, işte bu görüntü gözümün önünden gitmez.
Bir de...
Evdekilerin "Sendikacı için gelmişler" diyerek acayip rahatlamalarını unutamam.
Sonraki dönemlerde...
Yani ergenliğimi üzerimden attığımda...
12 Eylül’ün bir ürünü olan "Türk İslam sentezi" ideolojisinin, 1980 sonrasında İslamcılığı güçlendirdiği tezine, yandaşlarım kadar itiraz edemedim.
Çünkü darbe günü askerler tarafından götürülen İhsan Efendi değil, bir sendikacıydı!