Paylaş
Hürriyet üzdü mü Bekir Bey’i?
* * *
Bekir Bey’in açıklamalarına bakıyorum...
Soruyorlar: Hürriyet’e küstünüz mü?
Cevap veriyor: Hayır, küs değilim...
Soruyorlar: Ertuğrul Özkök’le aranızda bir sorun mu oldu?
Cevap veriyor: Ertuğrul’u pek bir severim...
Soruyorlar: Umre dizisini mi kafaya taktınız?
Cevap veriyor: Hayır... Niye kafaya takayım ki... Gayet güzel bir gazetecilik...
Soruyorlar: Sansür ya da baskı mı oldu?
Cevap veriyor: Hayır... Hayır...
* * *
Ertuğrul Özkök’le de konuştum... Dedim ki: “Ne oldu?”.
Özkök yanıt verdi: “Bizim Bekir Coşkun’a baskı uygulamamız ya da sansür koymamız söz konusu bile olmaz... Böyle bir şey olmadı... Zaten sağ olsun bunu Bekir de ifade ediyor... Bekir Coşkun kendi kararını verdi.” Ardından da gayet sarih bir şekilde şunu söylüyor:
“Hürriyet’in kapıları Bekir Coşkun’a sonuna kadar açıktır... Bugün de açıktır, yarın da açık olacaktır, öbür gün de açık olacaktır...”
* * *
Demek ki neymiş “Bekir Bey hadisesi?”
Basın camiasında binlercesine rastlanan kendi isteği ile ayrılma olaylarından biri imiş... Ama durum böyle diye hiç üzülmeyecek miyiz?
Tabii ki üzüleceğiz...
“Bekir Coşkun gibi bir kalemin Hürriyet’ten ayrılması, bu platformun zenginliğine vurulan çok esaslı bir darbedir” diyeceğiz...
Ve ardından da ekleyeceğiz:
“Keşke böyle olmasaydı... Keşke Bekir Bey’le aynı gazetede yazma onurunu yaşamaya devam etseydik.”
Böyle diyeceğiz ama...
Tabii ki “hakikat” bu kadar açık ve yalın iken... “Öküz altında buzağı arama” işine soyunanları da yanıtsız bırakmayacağız.
İktidara yaranmak için mi umreye gittik
Arkadaşlar!
Eğer Tayyip Erdoğan, Kâbe’nin mutlak hâkimi olsa idi...
Ve yine eğer Tayyip Erdoğan, Doğan Grubu’na öldürücü vergiler salan adam olsa idi... Gayet haklı olurdunuz...
Gerçekten de iktidara yaranmak için umreye gitmiş olurduk...
“Umreye git/Cezadan kurtul” hükmüne sığınmış ve yedi tavaf ile işi bitirmiş olurduk...
Böylece hem “ceza”dan yırtar, hem de “ulufe”yi kapardık...
Ama gelin görün ki...
Ne Kâbe Tayyip Erdoğan’ındır, ne de vergiyi Erdoğan salmıştır...
Dolayısıyla...
Boşa kostaklanmayın, buradan kostak bir durum çıkmaz derim...
Vay pişkin vay
Akif Beki ilk defa açıktan yazdı...
Ona göre... Bizler, yani Aydın Doğan’ın yayın organlarında çalışanlar...
“Bedelini Aydın Doğan’ın ödeyeceği bir kavga”ya girmişiz...
“Aydın Doğan’ın kesesinden çıkacak ceza” üstünden kahramanlık taslıyormuşuz...
Patronun üstüne gereksiz husumet çekiyormuşuz... Biz kolpacı çakallarmışız... Tuzak kuruyor, pusu atıyormuşuz...
Böylece Aydın Doğan’ı zor durumda bırakıyormuşuz...
Ve bizim talihsizliğimiz şuradaymış: Aydın Doğan’ın tepesi atacak ve tez zamanda bize kapıyı gösterecekmiş.
* * *
Ne desek, ne yapsak, ne eylesek...
Bilmem ki?
“Kolpacı çakal” lafını kendisine aynen iade mi etsek? Esas çakallığın, hükümeti hiç üzmeden gazetecilik yapmaya çalışmak olduğunu mu söylesek...
“Hani vergi cezasının Tayyip Bey’le hiç ilgisi yoktu?” sorusunu mu sorsak...
Bizim Tayyip Erdoğan’ı eleştirmemizin bedelinin, nasıl olup da Aydın Doğan’a vergi cezası olarak döndüğünü biraz açmasını mı istesek...Asırlık basın geleneğinde eşi görülmemiş bu türden yazıları, utanç duygusu içinde kavrulmadan nasıl yazabildiğini mi sorsak...
* * *
Düşünüyorum: Akif Beki neden işi bu denli pişkinliğe ve arsızlığa vuruyor...
Konumu mu bunu gerektiriyor? O konumda bulunan birinin Tayyip Erdoğan’ı eleştirmesi imkânsız olduğundan mı böyle utanç verici yazılar yazıyor?
Hiç alakası yok...
Eğer o “konum” Tayyip Erdoğan’a laf söylememeyi gerektiriyorsa...
“İktidar yanlısı” medyada yazıp çizen Kürşat Bumin, Gülay Göktürk ve Nazlı Ilıcak gibi yazarların “klas duruşları”nı nereye koyacağız? O yazarlar, hem Doğan Grubu’nu, hem de Tayyip Erdoğan’ı eleştirerek...
Utanç duyulmayacak “klas bir tavır” koymak nasıl mümkün olabiliyormuş gösteriyorlar...
Demek ki mesele “konum” meselesi değil, “tıynet” meselesi imiş...
Paylaş