BİR zamanlar, yani bendeniz kendimi "İslamcı kamp" içinde mütalaa ederken...
Girmediğim tarikat, cemaat ve grup kalmamıştı.
Hatta...
Gençlik günlerimde olayı hayli abartmıştım da...
Şöyle ki:
Bir ay "Büyük Doğu"cu olmuş, Necip Fazıl şiirlerine takılmıştım... Sonra bundan sıkılmış, kendimi "Şakirtlerin dünyası"na atıp "Nur talebesi" olmuştum. Bu talebeliğe de en fazla bir hafta dayanıp, "Mealciler" denilen aykırı gruba intisap etmiştim. Yine hayal kırıklığı! Ve bu kez hop "Gruplar üstü entelektüel" ayakları... Sonra "Sosyalist İslamcı" diye özetleyebileceğim macera dolu ve dikkat çekici bir arayış...
Neyse...
Sonuçta yaramaz ve afacan bir yeniyetme olarak, birçok tarikat ve cemaatin içine girip çıktım.
Bugün geriye baktığımda, gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim:
Dışarıya karşı modern, açık, güler yüzlü, iyilik perisi, cici ne kadar cemaat ve tarikat varsa, bunların hepsi kendi taraftarlarına karşı acayip sert, baskıcı, anlayışsız ve müdahalecidir.
Buna mukabil...
Kamuya birer "öcü" gibi takdim edilen radikal gruplar ise müthiş gevşek, kafa dengi, yaşam tarzına sıfır müdahaleci, anlayışlı ve renklidir.
Yani...
Tarikatlar ve cemaatlerin o durmuş oturmuş yapısı bana "bezginlik" aşılamışken...
Radikaller içinde "Rakofça kıyılarının hür havası"nı almıştım.
O semtlerin neşeli, umursamaz, hayatın her türlü numarasını görmüş ve hayata her türlü numarayı çekmiş, barbut atmış, esrar çekmiş havası vardır ya...
Radikallerin havası da biraz böyleydi.
Buna mukabil...
Tarikat ve cemaat yapıları ise ağır Anadolu muhafazakárlığının hüküm sürdüğü, mahalle baskısının borusunu öttürdüğü tutucu Anadolu şehirlerine benzerdi.
Mesela...
"Kasımpaşa" dediğimiz semt, ne kadar kontrolsüz, esrik, kuralsız, neşeye hazır, heyecanlı, hesapsız kitapsız bir boş vermişlik içinde ise...
Radikaller de öyle bir havadaydı.
Mesela...
"Kayseri" dediğimiz şehir, ne kadar durmuş oturmuş, ciddi, ağır Anadolu muhafazakárlığının sembolü haline gelmiş bir şehir ise...
Tarikat ve cemaat yapıları da öyle bir havadaydı.
* * *
Sözü getireceğim yer şurasıdır:
Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan arasındaki fark, Kasımpaşa ile Kayseri arasındaki fark gibidir.
Görüyorsunuz:
Abdullah Gül, partiyi dışa açma ve merkeze çekme gayretlerine katılıp, kendi dar ekibini genişletmek için uğraş vereceğine...
Kişisel imajını düzeltmek için herkesin hoşuna gidecek mesajlar vermek için çaba sarf ediyor.
Bir tür Ali Müfit Gürtuna sendromuna girmiş, "türbanın modernize edilmesi"nden falan söz ediyor.
Ama bu arada "cumhurbaşkanı olmak" inadından da zerre kadar prim vermiyor.
Yani...
"Kendi dünyasında ödünsüz muhafazakár / Dışarıya karşı aşırı demokrat" formülünü ustalıkla işletiyor.
Buna mukabil...
Tayyip Erdoğan ise kişisel imajını düzeltmek için zerre kadar eğip bükme yapmadığı gibi, partisinin vitrinine dışarıdan isimler getirmek için çaba sarf ediyor.
Gül’ün cumhurbaşkanlığı ısrarının yol açabileceği tehlikeyi görüyor ama "Söz verdik bir kere" havasıyla "delikanlıyı bozacak" bir tutum almaktan kaçınıyor.
* * *
Kısacası...
Camia içindeki engin deneyimlerimden yola çıkarak...
"Erdoğan çok sert, Gül ise şeker gibi adam" zokasını yutmuşlara şunu söylemek isterim: