ÜLKEMİZDE ne zaman "dini bir kabarış" başgösterse...
Ve ne zaman bu kabarışa karşı "laik bir direniş" devreye girse...
Hiç şaşmıyor! Hiç sekmiyor!
Hemen İran’daki molla rejiminden mustarip ve müşteki "Beyaz İranlı"nın teki, bir biçimde bizim matbuata sızıyor ya da sızdırılıyor.
Muhabbet hep aynı:
"Biz gafil avlandık... Dincilerin gelişini anlayamadık... Yavaş yavaş geldiler... İktidarı ele geçirdiler... Biz ettik siz etmeyin... Dincileri siz tepeleyin, onlar sizi tepelemeden... Bizim durumumuz size örnek olsun..."
Aşağı yukarı bunları söylüyorlar...
Türbana göz açtırmak istemeyen, "AKP çoktan kapatılmalıydı" fetvasını yayınlamaktan müthiş bir zevk duyan, imam hatipli görünce öcü görmüş gibi korkan bizdeki "uyanık laikçiler" de...
Bu "Biz gafil avlandık / Aman siz gafil avlanmayın" nasihatini acayip ciddiye alıyorlar.
Yaptıkları aşırı çıkışların meşruiyet belgesini bulmuş olmanın kıvancıyla, "Beyaz İranlı"nın müthiş ifşaatını alıyorlar ellerine ve hepimizin suratına dayıyorlar...
"İşte biz bu yüzden bunlara göz açtırmıyoruz... Siz uyumaya devam edin bakalım" diye efeleniyorlar...
Bazı emekli büyükelçi eşleri de, Allah hizmetlerini daim kılsın, bu yönde hiç de yabana atılamayacak türden hizmetler sunuyorlar.
Ancak...
Gelin görün ki...
"Pişmiş aşa su katmak" gibi habis alışkanlıklar edinen benim gibi bir adam, tabii ki "Beyaz İranlı"dan "Beyaz Türk"e yönelen bu "Al gülüm / Ver gülüm" ilişkisinin balonunu patlatmadan duramaz.
Maddeler halinde patlatalım o zaman:
* * *
BİR Ey "Türkiye, İran oluverecek" diye hop oturup hop kalkanlar! Korkmayın... Burası İran olmaz... Çünkü bizim buraların sosyal dokusu, tarihi, siyaseti, insan yapısı ile İran denilen memleketin sosyal dokusu, tarihi, siyaseti, insan yapısı arasında Hira Dağı kadar büyük fark vardır.
İKİ Ey üç vakte kadar İran olacağımıza kendilerini ikna edenler... Burası bin yıl geçse İran olmaz... Çünkü bizim buraların itikadı ile İran denilen memleketin itikadı arasındaki fark, en az Tanrı Dağı kadardır... İran denilen memleketi anlamak için "velayet-i fakih" kavramından haberdar olmak gerekir... "Kayıp İmam" olgusundan biraz çakmak gerekir... Biraz Ali Şeriati okumak gerekir... Humeyni’nin yaşamı üzerinde biraz durmak gerekir... Şia mezhebindeki "adanmışlık" meselesini çözmek gerekir... "Her gün aşura / Her yer Kerbela" sloganının neyi ifade ettiği üzerinde az buçuk düşünmek gerekir...
ÜÇ Bizim buralardaki "tepeden inme darbe geleneği"nin kökeninde ne var bilmiyoruz ama İran’da ortaya çıkan "İslam Devrimi"nin kaynağını biraz biliyoruz: İslam devrimi için bir monark gerekir ki bizde yok... İslam devrimi için "Hüseyni kıyam" şuuru gerekir ki bizde bırakın bu şuuru, bu tabir bile bilinmez... İslam devrimi için kayıtsız şartsız itaat edilecek ruhani lider gerekir ki bizde bırakın itaati ruhani lider bile yok... İslam devrimi için ayaklanma ihtiyacı gerekir ki bizde devletin ihale kaymağını yiyen İslamcıların bırakın ayaklanmayı kafayı kaldıracak mecali yok...
DÖRT Bizim buralarda "imam" dendiğinde "namaz kıldırma memuru" akla gelir... İran denilen memlekette ise "imam" denilince, kendisine itaat edilmesi İslam’ın emri sayılan "önder" akla gelir... Yani "iki imam" arasındaki fark, Ağrı Dağı kadardır...
* * *
Peki...
Türkiye için tehlike yok mu?
Olmaz olur mu? Tabii ki var...
Dışarıda "küresel güçlerle uyumlu", içeride ise "mahallenin namusunu kafaya takmış" bir Türkiye tehlikesi var...
Türkiye, İran olmaz ama bu türden bir "kábus ülkesi" olabilir...
Yani dışarıda "sorun çıkarmayan", içeride ise "biraz ve sakıncasız İslamcılık" yapan bir ülke...
Asıl tehlike budur!
O halde gelin, şu ikide bir matbuatımıza sızan ya da sızdırılan rejiminden mustarip ve müşteki "Beyaz İranlı"ya, "Birader git işine! Ne sen bana benzersin, ne ben sana... Git kendini fazla kullandırtmadan" diyelim...
BİR DUMUR DETAYI
VAKİT yazarı Hüseyin Üzmez’in dünkü köşe yazısından öğreniyoruz:
Adnan Hoca’nın talebelerinden Altuğ adlı bir genç, Vakit yazarı Hüseyin Üzmez’i telefonla aramış...
"Hüseyin Abi" demiş, "Emin Abi seni arıyor".
Altuğ’un "Emin Abi" dediği kişi Emin Çölaşan...
Şimdi gelin olayın üzerinden sindirerek gidelim:
Laikliğin yıkılmaz kalesi Emin Çölaşan, laiklik karşıtı etkinliklerin bir numaralı odağı haline gelen Vakit Gazetesi’nin yazarlarından Hüseyin Üzmez ile temas kurmak istiyor...
Ulaşamayınca...
Aracı olarak Adnan Hoca’nın bir numaralı talebesi Altuğ’u arıyor...
Altuğ da bu aracılık görevini bihakkın yerine getiriyor.