Tehlikeli oyunlar

O kısacık zaman diliminde ikimizin de hayatını değiştirecek olan bir tereddüt yaşadım.

Sonra yaşayacağım bağımlılıktan korktum.

Başımı çevirip uğultulu rüzgarın içine daldım.

Ama o küçük siyah kedicik ve bize genellikle bir oyun gibi gözüken o ‘karar anları’ aklıma takıldı.

Böyle serazat ve huzurlu yaşayıp giderken kaç karar anından geçiyorduk.

Hayatımızı değiştirebilecek anlardan...


Burnu dönünce rüzgar sertleşti. Beyaz köpüklerle çatlayan deniz geniş dalgalarla sahile vuruyor, arkasında yosun ve iyot kokusu bırakarak yeniden saldırmak için geri çekiliyordu.

Ağaçlar silkelenerek eğiliyorlardı.

Beni göğsümden geriye iten rüzgarın şiddetinden korunabilmek için hafif yan dönüp, yüzümü göğsüme doğru indirmiştim.

Ufak kediyi o sırada gördüm.

Simsiyahtı.

Bir ağacın dibindeki çapalanıp kabartılmış toprağın içine girmeye çalışır gibiydi.

Yavruluktan çıkmış ama henüz büyük kedi haline de gelememişti.

İlk kez karşılaştığı anlaşılan fırtınadan şaşırmıştı.

Bana mı öyle geldi bilmiyorum, yüzünde ürkmüş ama gene de kolayca teslim olmayacak öfkeli bir ifade vardı.

Çelimsiz vücuduyla o ifadesi birleşince insanda kucağına alıp okşama isteği yaratıyordu.

Kısacık bir an, onu kucaklayıp parkamın içine sokarak rüzgardan kurtarmayı düşündüm.

Onu daha önce hiç görmemiştim, onunla en küçük bir duygusal ilişkim yoktu, büyük bir ihtimalle bir daha da onu görmeyecektim.

Ama dokunduğum anda, ıslanmış yumuşak tüylerinin altından hissedeceğim incecik kemikleri, bulduğu sıcaklığa sığınması ve bir süre sonra bu sığınışı bana yaptığı büyük bir iyilikmiş gibi algılayacak olan sevimliliğiyle hayatıma sızacaktı.

Onun kaderi değişecekti.

Ömrünün geri kalan kısmını sıcak bir evde, onu seven bir adamla geçirecekti.

Ben ise yeni bir oyun gibi onunla eğlenecek, onu besleyecek, bakacak, onu yalnız bırakmamak için düzenimi değiştirecektim.

Bu oyun bir bağımlılığa dönüşecekti.

Ve, bir gün o gittiğinde ya da başına daha kötü bir şey geldiğinde çok üzülecektim.

O kısacık zaman diliminde ikimizin de hayatını değiştirecek olan bir tereddüt yaşadım.

Sonra yaşayacağım bağımlılıktan korktum.

Başımı çevirip uğultulu rüzgarın içine daldım.

Ama o küçük siyah kedicik ve bize genellikle bir oyun gibi gözüken o ‘karar anları’ aklıma takıldı.

Böyle serazat ve huzurlu yaşayıp giderken kaç karar anından geçiyorduk.

Hayatımızı değiştirebilecek anlardan...

Bir şey ya da biri o lodos fırtınasında büzüşmüş kedicik gibi ilgimizi çekiyordu.

Kendimizi o an o kadar rahat, güvenli, tehlikelerden uzak hissediyorduk ki biraz eğlenmek için durmaya karar verebiliyorduk.

Kararı verenin kendimiz olması, her an vazgeçebileceğimizi bilmemiz, denetimi kendi ellerimizde tuttuğumuza olan inancımız ilgimizi çekene rahatça yaklaşmamıza, ona dokunmamıza, onunla oynamaya başlamamıza gönül rahatlığıyla karar vermemizi sağlıyordu.

O kararı verene kadar her şey bizim irademize bağlı oluyordu.

Biz, kendi davranışımızla ilgili bir karar verirken aslında bir başkasıyla ilgili de bir karar verdiğimizi tam kestiremiyorduk.

Ve, ilk adımı atıyorduk.

İlgimizi çekenin yanına gidiyorduk.

Bir bakıma, hayatımızın en güzel anlarındandı hiçbir yük yüklenmeden biraz eğlenmek için o hareketi yaptığımız an.

Bir kediciği okşar gibi belki biraz da aldırmazca hatta bazen hafifçe de küçümseyerek yaklaşıyorduk.

O aldırmazlık ve küçümseme bizim özgürce davranmamızı sağlıyordu, bunu kendimize bile açıkça söylemiyorduk belki ama çok derinlerimizde biraz oynamak için yanına yaklaştığımızla rahatlıkla başa çıkabileceğimize inanıyorduk.

Sanırım işin bütün sırrı da bu inançta, o gizli, isimlendirilmemiş, adı konmamış güvende saklıydı.

Ve, biraz oynamak, eğlenmek için birine dokunduğumuz anda hiç beklemediğimiz, zihnimizin derinliklerinin asla ummadığı bir şey oluyor ve kendi hayatımızın içinde birden başka bir canlının iradesi beliriveriyordu.

Bu irade bizi daha ilk anda şaşırtacak kadar güçlü olursa hemen kaçabiliyorduk.

Zaten her an kaçabileceğimiz inancıyla yaklaştığımız için bu ilk kaçış da kolay oluyordu.

Ama eğer o başka canlıya ait irade bizi güçlü bir biçimde tedirgin etmezse, bizim oyun isteğimize, bu isteğe ‘boyun eğerek’ usulca cevap verirse oynamaya başlıyorduk.

Oyunun belki de en eğlenceli, en mutlu kısımları her şeyin bizim denetimimizde geliştiği bu zamanlardı.

Kendimize güveniyorduk.

Kendimize güvendikçe daha girift oyunlara girişiyorduk, oyunla ve oynadığımız canlıyla ilişkilerimizi daha derin ve daha karmaşık bir hale getiriyorduk.

Sonra bir gün, ya oyunun biçimini değiştirmek istediğimizde ya da yeni bir oyuna başlamak istediğimizde şaşırtıcı bir dirence ve güçlü bir iradeye çarpıyorduk, isteğimiz gerçekleşmiyordu.

Zihnimizde, bu ‘oyunun kurucusu ve yöneticisi’ olarak kendimize verdiğimiz değer bir sarsıntı geçiriyordu.

Bütün duygularımız, bir kış gecesi camları kırılan seradaki çiçekler gibi üşüyor, buruşuyor, eski güvenli sıcaklığını arıyordu.

Kaçamayacağımız kadar oyuna alışmıştık.

O eğlenceyi, o gülüşleri, o neşeyi, keskin tırnakları içine çekilmiş pençelerle birbirimize kanatmadan vurmayı sevmiştik.

Bir başka canlının iradesini kendi hayatına soktuktan sonra o iradenin gücüyle ilk kez karşılaştığında herkesin yaptığı gibi biz de önce karşımızdaki canlının iradesini kırmaya, onu yeniden kendi görkemli krallığımızın hakimiyet sınırları içine çekmeye, bu tuhaf ‘başkaldırıyı’ ezmeye ve o gücü evcilleştirmeye uğraşıyorduk.

Geçirdiğimiz bütün şaşkınlığa, ruhumuzda beliren o ürpertici çiğ damlacıklarına rağmen henüz çok derinden bir sarsılma, bütün zihnimizi esir alan bir dehşet yaşamıyorduk.

Hálá kaçabilecek vaktimiz ve gücümüz olduğunu söylüyordu içimizdeki bir ses.

Başkaldırıyı ezebilir, bizi eğlendiren oyuna yeniden istediğimiz gibi hükmederek geri dönebilirdik.

Pençelerimiz açılmış, kanatmaya hazır keskin tırnaklarımızın ucu görünmüştü ama kimsenin ölümcül bir yara almayacağı hatta belki de oynamanın ve kazanmanın daha heyecan kazandığı, iç ürpertilerinin daha da arttığı bir yerdeydik.

Oyun biraz vahşileşmesine rağmen hala sürüyordu.

Kendimize, çok açıkça itiraf etmeden bir zaman tanıyorduk, o zaman içinde oyunun kurallarını belirleyen olma gücünü yeniden ele geçirirsek devam etmeye, olmazsa kaçmaya karar veriyorduk.

Ama kaçarsak içimizde bir kırgınlık da taşıyacağımızı biliyorduk artık.

Oyunun gittikçe daha tehlikeli bir hal almaya başladığını da...

Oyunu başlatan kendimiz olduğumuz için, karşımızdakine ‘sen nasıl bir oyun istiyorsun’ diye sormayı da içimize sindiremiyorduk.

Bu oyun oynanacaksa nasıl oynanacağına biz karar verecektik.

Bunun aksi bizim oyunumuzun eğlencesini kaçıracaktı.

Gene gülüşlerle, şakalarla, eğlenceli konuşmalar, küçük fiskelemeler ve tatlı sitemlerle oyunu sürdürüyorduk.

Ama oyun git gide zorlaşıyordu.

Bir oyun, hafif bir eğlence olmaktan çıkıyor, iki iradenin birbirini zorlayarak kenetlendiği, geleceği şekillendirecek ciddi kararlara dönüştüğü, kuralları belirsiz, tehlikeli bir hale giriyordu.

Birçok insan, bir başkasının kendi hayatının içinde umduğundan fazla yer kaplamaya, oyunun ciddileşmeye başladığını gördüğü bu noktada kaçıyordu.

Bir kısmı da, ya o güne kadar oynanan oyunu çok sevdiği ya artık kaçamayacağı kadar alıştığı ya kendine meydan okuyan iradeyi evcilleştiremeden rahat edemeyeceği ya birlikte oynadığı canlıyı oynarken değişik yanlarıyla keşfedip sevdiği ya da bütün bunların hepsinden dolayı oyunu sürdürüyordu.

Oyun bir bağımlılığa dönüşüyordu.

Biraz eğlenmek için verilen bir kararla başlayan o tehlikeli oyun, zihnimizi ve ruhumuzu esir alıyor, varlığımızın temel parçalarından biri oluyor, oyunun eksikliği varlığımızı da eksiltecek duygusu yaratıyordu.

Bütün tutkular gibi bizi yoruyor, kopma, kaçma istekleri yaratıyor ama gene bütün tutkular gibi ‘onsuz’ bir hayat düşüncesine bile tahammül edemiyordu.

Oyun, hayatın ta kendisi oluyordu.

Öylesine eğlenceli ve öylesine acılı bir şekilde kavrıyordu ki insanı, bir başkasının ya da bir başka oyunun o güçte bir sevinç ve acı vermesi mümkün görünmediğinden, o oyunun dışındaki hiçbir şey de ilgi çekici gelmiyordu.

Rüzgarların arasından yürürken bütün bunları düşündüm.

Eski köşklerin arasındaki sakin bir girintiye vardığımda durdum.

Sonra ani bir kararla geri döndüm.

O küçük kediciği alacaktım.

Onu gördüğüm yere vardığımda, toprak yığını boş duruyordu.

Gitmişti.
Yazarın Tüm Yazıları