Hepimiz en çok "hayatın gerçeklerinden" korkmuyor muyuz?
Gerçeklerle yüzleşmemek için her şeye razı değil miyiz?
Sizi gerçeklerden azat ediyorum, düzeninizden kurtarıyorum.
Bu yazının içinde hepimiz mevsimini kaybetmiş birer aydınlık sabahız.
Bilmediğim yollara sapmayı severim. Tam da yazdığım bu cümle gibi. Çünkü bu cümlenin aslında yazmayı tasarladığım, aklımda kurduğum yazıyla doğrudan bir bağlantısı yok ama aklımdan geçen birçok cümle arasından dikkatimi o çektiğinden birdenbire bilmediğim bir yola sapar gibi yazdım onu.
Kaybolabilirim.
Peşime takılırsanız siz de bu yazının içinde benimle kaybolabilirsiniz.
Korkar mısınız kaybolmaktan?
Ben korkmam.
Hoşlanırım bile.
Böyle çok macera yaşadım, kimi ürkütücü, kimi eğlendirici birçok olayla karşılaştım.
Bir keresinde, ormanlık bir arazinin kenarında kaybolmuştum, vakit geceyarısını geçiyordu, bir adam görmüştüm, yolu ona sormuştum.
Adam durduğu yerde sallanıyordu.
Uzun uzun bana bakmış sonra, "ebabil bir kuştur, yolu söylemeyen puşttur," demişti.
Bir türlü aklını toplayıp yolu tarif edemiyor, gülüyor, "şimdi söyleyeceğim, hadi gel bir bira içelim" diye kolumu tutuyor, sonra elini dizine vurup "ebabil bir kuştur," diyordu.
Karanlığın içinde o adamla, kahkahalarla gülerek tuhaf, gerçekdışı konulardan konuşmuştuk.
"Ebabil"den ayrıldığımda yolu hálá bilmiyordum, ormanın içine girip çıktım, dolaştım, aynı yerlerden defalarca geçtim ve sonra kayıp yolcular tanrısının her zaman yetişen yardımıyla aniden anayola çıktım.
O birkaç saat hayatımın gerçekliğinin dışında var olan bir başka gerçeklik olarak yazıldı hafızama.
Dağınık, birbirleriyle bağlantısı olmayan yollardan geçip, birbirine nasıl bağlanacağını bilmediğim cümleler arasında dolaşmak istiyorum bazen.
Çıplak ağaç dallarının buz kristalleri gibi kuru seslerle birbirine çarptığı rüzgárlı ayaz bir geceden, pirinç bir şerbetçi güğümü gibi ışıl ışıl yanan aydınlık bir sabaha uyandım ben bugün.
Mevsimini şaşırmış bir gün pencerelere sokulmuştu.
Balkon kapısını açtım.
Serince bir esinti doldu içeri.
İşte o serinlik, o parlak ışık çağıltısı benim gerçeklik duygumu, aklımın ve duygularımın düzenini paramparça ediverdi, bu sabah belli bir düzene sahip hiçbir şeyden hoşlanmamaya karar verdim.
Delirmiş bir hayvan bakıcısı gibi düzensizliklerin, tuhaflıkların içine kapatıldığı kafeslerin kapılarını açmak istiyorum.
Bırakalım, cümleler birbirini tutmasın.
Bırakalım, yazanı da okuyanı da bilinmeyen yollarda bu sabah birkaç dakikalığına kaybolsun.
Hepimiz en çok "hayatın gerçeklerinden" korkmuyor muyuz?
Gerçeklerle yüzleşmemek için her şeye razı değil miyiz?
Sizi gerçeklerden azat ediyorum, düzeninizden kurtarıyorum.
Bu yazının içinde hepimiz mevsimini kaybetmiş birer aydınlık sabahız.
Nedir sizin canınızı sıkan, nedir sizi üzen?
Şu anda, burada, benimle birlikteyken hiçbiri önemli değil.
"Ebabil bir kuştur..."
Hep bildiğiniz yollardan geçmeyin.
Hep bildiğiniz yerlere çıkarsınız.
En çok kararsızlıklarınızı seviyorum, kendi duygularınızın arasında kaybolduğunuz anları, onlar en gerçek, en samimi anlarınız, yolunuzu bulduğunuzda, "doğru" tercihleri yaptığınızda biraz sahtekarlaşıp sıkıcılaştığınızı düşünüyorum.
Hayatınızı nasıl yaşıyorsunuz?
Nasıl yaşıyorsunuz şu allahın belası hayatınızı?
Tadını çıkartıyor musunuz?
İsteklerinizi gerçekleştiriyor musunuz?
Siz beş dakikanın ne kadar kıymetli olduğunu biliyor musunuz?
Size bunu, beş dakikanın nasıl bir değeri olduğunu anlatacak birini tanıyorum.
Kendisi bir Rus.
Büyük bir yazar.
Adı Dostoyevski.
Gençliğinde gizli bir siyasi toplantıda yakalandığında idama mahkum olmuştu, idam mangasının önüne gruplar halinde çıkartılan mahkumlar arasında sırasını beklerken, bir haberci gelip "imparatorun kendilerini affettiğini" bildirmişti.
Daha sonra bir romanında bir kahramanının ağzından o beş dakikayı anlatmıştı.
"Nerden baksanız, beş dakikadan daha fazla değildi önlerinde kalan zaman mahkumların. Bu beş dakika arkadaşımın gözüne bitmez tükenmez bir süre, bitmez tükenmez bir zenginlik olarak görünüyordu, bu beş dakika içinde akla hayale gelmez bir hayat yaşayabileceğini düşünüyor, bu nedenle de, o son anı düşünmeye bile gerek duymayıp, önündeki zamanın planlamasını yapıyordu: Arkadaşlarıyla vedalaşmaya iki dakika ayırıyordu örneğin, kendi kendine son bir kez düşünmek için ayırdığı süre iki dakikaydı; kalan süreyi de son bir kez çevresine bakmak için ayırmıştı... Vedalaşma faslı bitince, kendi kendine düşünmek için ayırdığı iki dakikalık süre başlamıştı. Bu süre içinde ne düşüneceğini önceden belirlemişti: Şu anda varım ve yaşıyorum, üç dakika sonra bir şey olacağım ama ne olacağım, nerde olacağım, üç dakika sonraki ben kim olacak? İki dakika içinde yanıt bulmayı istediği sorular işte bunlardı... Az sonra başlayacak yeni yaşamın bilinmezlikleri ve bu yaşama karşı duyduğu tiksinti korkunçtu, ama durmamacasına zihnini yoklayan şu düşünce daha korkunçtu,: "Ölmüyormuşum! Yeniden yaşama dönüyormuşum! Bitip tükenmez bir yaşam! Ve hepsi, olduğu gibi hepsi benim! Ah, bir yüzyıl bile yaşayacak olsam, her anın değerini bilir, tek bir dakikayı bile boşa harcamazdım."
İdam kuyruğunda beklediğiniz bir beş dakikayı düşünün, biraz sonra öleceğinizi bilerek geçirdiğiniz bir beş dakika.
O anda hayatınız bağışlanacak olsa, nasıl bir hayat yaşacağınızı hayal ederdiniz?
"Tek bir dakikayı bile boşa harcamayacağınız bir hayat" değil mi?
Yaşamanın değerini anlardınız.
Daha da önemlisi dakikaların değerini anlardınız, "beş dakikanın" bir hayat anlamına gelebileceğini anlardınız.
Bir daha tek bir dakikayı bile boşa harcamak istemezdiniz.
Hayatınız bağışlanınca bir başka soruyla karşılaşırdınız elbet, "dakikaları nasıl doldurmak gerek" ki hayat değerli olsun.
Nasıl yaşamalısınız?
Nasıl yaşamak, hayatı değerli kılar?
Bilmediğiniz yollara sapmak mı?
Bildiğiniz, ezberlenmiş yollardan gitmek mi?
Dışarıda başka mevsimlerden gelmiş aydınlık bir gün var, güneşli, parlak, epeyce yabancı ve şaşırtıcı.
İncecik ışıklar parlak bir bisturi gibi hayatı dakikalara ayırıyor.
Hepsinin kıymetini biliyorum şu anda.
Ve o dakikaların hiçbiri diğerine değmiyor.
Başka başka yerlere gidiyorlar.
Bilmediğim yollar gibi.
Ben çok kayboldum, bir gece Budapeşte’de, bir gece Palermo’da, bir gece Gine ormanlarında, bir gece Mississippi kıyılarında...
Bir defasında Karadeniz sahillerinde.
Orada bir sarhoşa rastladım.
Gülüyor ve yolu hatırlamıyordu, onunla uzun uzun ahbaplık ettim, hiçbir dediğimizi hatırlamıyorum, güldüğümü, çok güldüğümü hatırlıyorum sadece.
Ben kaybolmaktan korkmam.
Belki de en çok kaybolduğum zamanlarda eğlendim.
Bir gece, şişman yaşlı kadınların küçük masalarda oturup müşteri beklediği izbe bir batakhaneye gitmiştim, orada bir votka içmiştim, dişleri dökülmüş, şaşı bir kız tek başına dans etmişti, yaşlı kadınlarla birlikte onu seyretmiştim.
Tuhaf yerlerde kaybolduğum da oldu benim.
Kaybolmadan yaşamak dakikalara ihanet gibi geliyor bazen bana.
Yeraltı şelaleleri gibi siyah uçurumlara dökülen karanlık duygular içinde kaybolduğum da oldu.
Nefessiz kaldığım.
Sırılsıklam kesildiğim.
Bütün duyguları ezberlenmiş yollar gibi bildiğimiz halde, bütün bildiklerimizin bize yabancı ve bilinmez geldiği zamanlar vardır.
Özlemek öyle bir duygudur.
Bildiğimiz bir yoldur ve her seferinde o yolda kayboluruz.
Geçmişimizle geleceğimizi "beş dakikalık" bir idam sahnesi, kesin bir ölüm kararı birbirinden ayırdığında, artık çok değerli gözüken geleceğe, geçmişten neleri ya da kimleri alırız?
Kimleri alacağımızı düşünürsek, sanırım onlar geçmişimizin en değerlileridir.
Bazen geçmişte, bazen gelecekte kaybolmak istiyorum.
Hayatı, son bir beş dakika gibi, her bir dakikanın kıymetini bilerek yaşamak istediğimizde, saklamaya çalıştığımız, bastırdığımız bütün duygular ortaya çıkar, "geniş zamanlarda" gizli yerlere kapatılmaya razı olsalar da, bu kadar "dar ve kıymetli" bir zamanda yaşanmak, hissedilmek isterler; hayatı o son beş dakika gibi yaşadığımızda, hayatın "son beş dakika" olduğuna karar verdiğimizde anlarız aslında kiminle olmak istediğimizi, gerçek duygularımız, gerçek isteklerimiz, gerçek özlemlerimiz, gerçek ihtiraslarımız ortaya çıkar.
O son beş dakikada kendinize ihanet edemezsiniz çünkü.
Kendinize yalan söyleyemezsiniz orada.
Ama hayatı son beş dakika gibi yaşayamazsınız.
Bunu biliyorum.
Ama ya öyle yaşasaydınız?
Bilmediğiniz bir yola sapmak gibi bu soru...
Bu soruyu sorunca insan kendi içinde o kadar çok bilinmedik yer, o kadar gizli sokak, o kadar şaşırtıcı macera bulur ki...
Bilmediğim yollara sapmayı severim ben.
Bir sarhoşa rastlamıştım, çok gülüyordu, "ebabil bir kuştur," diyordu.
Dostoyevski’nin romanında, "Ölmüyormuşum! Yeniden yaşama dönüyormuşum! Bitip tükenmez bir yaşam! Ve hepsi, olduğu gibi hepsi benim! Ah, bir yüzyıl bile yaşayacak olsam, her anın değerini bilir, tek bir dakikayı bile boşa harcamazdım," diyen adamın kurtulduktan sonra ne yaptığını, hayatını nasıl yaşadığını soruyordu birisi.
İdam mahkumunun hikayesini anlatan prens şöyle cevap veriyordu:
"Bunu ben de sordum kendisine; hiç öyle yaşamamış, yok yere pek çok dakikalar kaybetmiş."
Son beş dakika gibi yaşanmaz hayat, zaman uzadığında kendimize söylediğimiz yalanlara geniş yer ayrılır, alışkanlıkların ve aklın sıkıcı saltanatına sığınılır.
Bildik yollardan gidilir.
Ama gene de sormalı arada bir, "hayatı o son beş dakika gibi yaşasaydım, o beş dakikaya kimleri, neleri alırdım" diye.
Sanırım kendi gerçeklerimizi buluruz bu soruda.
Gerçekleri bulmak için ne garip bir yol.
Ne garip bir sual.
İnsan böyle soruların içinde kaybolur.
Bugün Münir Nurettin dinledim, bilmem neden canım onu dinlemek istedi, sokaklarda gömlekle gezdim, taze, sıcak simit yedim.
Size anlatmış mıydım, bir keresinde Karadeniz sahillerindeki ormanların kenarında bir geceyarısı kaybolduğumda bir sarhoşa rastlamıştım, "ebabil bir kuştur," diyordu.
Dostoyevski, kurtulduktan sonra hayatın değerini bilemedi.
Siz de bilemezsiniz.
Bilebilmek için bir ölüm kararının, bir özlemin, mevsimini kaybetmiş bir sabahın, ışıklı bir sonbahar gününün, beklenmedik seslerin içinde kaybolmak gerekir.
Ben kaybolmayı severim.
Bir keresinde bir yazının içinde kaybolmuştum.
Aklımda o yazıdan bir soru kalmıştı.
"Hayatınızı son beş dakika gibi yaşasanız, neler yapardınız?"