Moldovalı kız, polisler ve ben...

Birden hayat bana çok ürkütücü gözüktü.

Sıradan bir hayatı yaşayıp, sıradan işler yaparken ne tür tehlikelerin yanından geçiyorduk; biraz önce bize saati soran delikanlı, arabasına bindiğimiz şoför, her gün sahilde aynı bankta oturan sakat adam, kapıya gelen polis, onları getiren kapıcı kimdi? Hangi bilinmeyen, garip gerçekler yanımızdan geçip gidiyordu?

Ev sessiz, pencereler güneşli, oda hafiften eskimiş kitap ve sigara kokuyor, kendi halimde, kendi dünyamdayım, yazının ilk cümlesini düşünüyorum, zihnimde güneşli bir deniz gibi usul usul kımıldayan sözcükler dolaşıyor, bir sigara yaktım, kapı çalındı.

Böyle beklenmedik zamanlarda kapının çalınması pek hayra alamet değildir.

Sıkıntıyla, biraz da öfkeyle masadan kalktım.

Kapıyı açtım.

Apartman kapıcısının yanında iki adam.

Birinin kazağının altından tabancasının namlusu gözüküyor.

Ben Türk yazarı olduğum için kapıda polis görmeye alışkınım.

Ama böyle üç kişilik kadro daha önce görmemiştim.

Polislerden iri yarı, temiz yüzlü olanı, bir araba plakası söyleyip sordu, "Bu sizin arabanız mı?"

- Hayır.

- Sizin Toyota arabanız var mı?

- Hayır.

- Eskiden var mıydı?

Bir ara bir kamyonetim vardı, acaba o Toyota mıydı diye aklımdan geçirdim, değildi.

- Hayır, yoktu.

O sırada, apartmanın kapıcısı, "Sizin eskiden siyah bir arabanız vardı acaba o Toyota mıydı" diye lafa karıştı, yalan söylemiş olsam bizim kapıcı beni anında polislere ihbar edecek.

Polisler bana bir an kuşkuyla baktılar.

- O Toyota değildi, dedim.

Ama biraz sıkılmaya başlamıştım.

Bu sefer ben sordum.

- Mesele nedir?

- Moldovalı bir kızın ırzına geçilmiş de kızın plakasını verdiği araba sizin üstünüzde gözüküyor.

Şöyle bir durdum.

Bu, hayatımda bir ilkti. Bir kızın ırzına geçtiğim kuşkusuyla kapım ilk kez çalınıyordu.

Öbür polis,

- Hüviyetinizi kaybettiniz mi, diye sordu.

Bir an, John Le Carre’nin romanlarından biri aklıma geldi. Adamın kapısına iki sıradan görünüşlü polis gelir ve gayet sıradan bir olayla ilgili sorular sorarlar ama aslında aradıkları bir ajanın katilidir.

- Kaybetmedim... Hüviyetimle konunun ne ilgisi var?

- Belki, hüviyetinizi bulan biri arabayı o hüviyetle kaydettirmiştir.

- Çalıntı bir araba mı söz konusu olan?

- Bilmiyoruz.

- Çalıntı değilse hüviyetimle ne ilgisi olabilir?

- Biz sizin telefonunuzu alalım. Daha sonra bilgi veririz.

Cep telefonumun numarasını verdim.

- Belki bu konuyla ilgili ifade vermeniz gerekir.

- Ben niye benimle hiç ilgisi olmayan bir konuda ifade vereyim? Kim kayıtları yanlış yazdıysa ifadeyi o versin.

- Siz zaten verilen eşkale uymuyorsunuz... Yirmili yaşlarda biri söz konusu...

- Peki öyleyse ne konuşuyoruz?

- Belki araba sizindir diye...

- Siz, ismi ve adresi doğru aldığınıza emin misiniz?

Polis elindeki bir kağıdı gösterdi.

Üstünde "Ahmet" yazıyordu. Soyadı yoktu. Adreste ise yandaki dairenin numarası yazılıydı.

- Bu kağıtta yandaki dairenin numarası yazıyor. Orada babam oturuyor. Niye o daireye değil de bana geldiniz?

Bu soruya gülümsediler ama açık bir cevap vermediler. Sadece benden daha yaşlı olan babamın benden daha ters bir tepki göstereceğinden çekindiklerini mırıldandılar.

Genellikle lafa karışmayan diğer polis,

- Ev telefonunuzu da alayım, dedi.

Gene John Le Carre’nin kitabı geldi aklıma. Cep telefonumun numarasını vermiştim, hayatımda hiç Toyota arabam olmamıştı, verilen eşkale uymuyordum, Moldovalı bir genç kız tanımıyordum ama bir de ev telefonumu istiyorlardı.

Ev telefonumu da ellerindeki kağıda yazdılar.

Bir an bu telefon numaralarını da yanlış kaydedebilecekleri geçti aklımdan.

- Siz benim yanımdan trafiğe telefon edip şu arabanın kaydını bir daha sorsanıza... Nasıl benim olmayan bir araba benim üzerimde gözüküyor? Ya da benim üzerimde gözükmüyorsa size nasıl yanlış bir isim ve adres veriyorlar?

Polislerden biri bir yere telefon etti, "Trafik düşmüyor," deyip başka bir numara çevirdi ve oraya bir cep telefonun numarasını verip onun izlenmesi için izin almaları talimatını verdi.

Sonra, "Bana da bilgi vereceklerini" söyleyip gittiler.

Onlar gidince yazı masama döndüm.

Ama pis bir şeye sürünmüşüm gibi huzursuzluk vardı içimde.

Aklımda, polisler gelmeden önce yazmaya hazırlandığım cümle dolaşıyordu.

"Gerçek hikáyelere dayanan romanlarla filmlerde yaşanan olağanüstülükler, bir insanın zihninden çıkmış hikáyelerde genellikle pek bulunmaz, hayatın gerçekleri bazen inanılamayacak kadar tuhaftır çünkü..."

Buna benzer bir cümleydi.

Ve, biraz önce yaşadığım sahne herhangi bir romanda yazılsa okuyucuyu kolayından ikna edemezdi.

Yaşlı bir yazarın kapısına iki polis geliyor, ellerinde Moldovalı bir kızın verdiği bir plaka kaydı var, o kağıttaki adres aslında yazarın babasına ait, yazar Moldovalı bir kız tanımıyor, hiç hayatında öyle bir arabası olmamış, verilen eşkal ve yaş onunkiyle tutmuyor ama polisler telefon numaralarını alıyorlar.

Birden hayat bana çok ürkütücü gözüktü.

Sıradan bir hayatı yaşayıp, sıradan işler yaparken ne tür tehlikelerin yanından geçiyorduk; biraz önce bize saati soran delikanlı, arabasına bindiğimiz şoför, her gün sahilde aynı bankta oturan sakat adam, kapıya gelen polis, onları getiren kapıcı kimdi?

Hangi bilinmeyen, garip gerçekler yanımızdan geçip gidiyordu?

Plakasını soruşturdukları o araba gerçekten benim eskiden kullandığım bir araba çıksaydı ne olacaktı?

Kayıtların bu kadar kolay karıştığı bir yerde insanın başına neler gelebilirdi?

Kafka’nın anlattığı, insanı bir çaresizliğin içine hapseden o karanlık kuşatma, bir yerlerde pusu kurmuş yolumuzu mu gözlüyordu?

Bir anda, kendimizi hiç beklemediğimiz bir çıkmazın içinde bulabilir miydik?

Biz evimizde sakin bir şekilde otururken başka yerlerde bizimle ilgili neler oluyordu?

İnsan hayatı boyunca birçok tehlikeyi göze alarak yaşar, o tehlikelere karşı hazırlıklıdır, hangi durumda ne yapacağını daha baştan bilir, o tehlikeler onu ürpertse bile çok korkutmaz.

Ama bir de hiç bilmediğimiz, varlığından haberdar olmadığımız tehlikeler var.

Hazırlıksız olduklarımız.

Sabah uyandığımda kapımın "Irzına geçilen Moldovalı bir kızla" ilgili olarak polisler tarafından çalınacağını tahmin bile edemezdim.

Ama polisler gelmişlerdi.

Telefon numaralarımı almışlardı.

Devletin kayıtlarının bir yerinde bana ait olmayan bir araba bana ait gözüküyordu.

Başka hangi kayıtlarda adım vardı?

Daha kaç kişinin adı yanlış kayıtlara geçmişti ve onların kapısı ne zaman çalınacaktı?

Minicik sıradan olaylarla başlayıp o olayların arkasındaki olağanüstü entrikalarla süren Le Carre’nin kitaplarıyla, insanın suçsuzluğunu bile anlatamadığı bir kapana kısıldığı ve korkunç bir baskının altında ezildiği Kafka’nın kitaplarının oluşturduğu bir parantezde, hiçbir şeyin farkına varmadan yaşadığımızı düşündüm bir an.

Eğer ben Kafka’nın kahramanlarından biri olsaydım, şimdi yanlış bir kayıt nedeniyle tutuklanmış ve kimseyegerçeği anlatamayan bir zavallı olacaktım.

Le Carre’nin bir kahramanı olsaydım, o polisler bir istihbarat teşkilatının adamı çıkacaklar ve beni sıkıştıracak bir tuzağın ilmiklerini dokuyacaklardı.

Sanki iki yazar birden hayatıma dokunuvermişlerdi.

Onların yazdıklarının gerçeğe ne kadar yakın olduğunu hissedivermiştim.

Bir de Moldovalı kız vardı.

Onun başına neler gelmişti?

Yazıldığında kimsenin kolayından inanmayacağı hangi tuhaf gerçekler onu Türkiye’de korkunç bir olayın ve polis kayıtlarının içine sürüklemişti?

O gece kimin arabasına, niye binmişti?

O adamla aralarında neler geçmişti?

Eğer "postmodern" bir romanın kahramanı olsaydım, bu sefer de o kızın peşine düşerdim herhalde.

Polis karakollarında, Beyoğlu’nun izbe sokaklarında, ucuz pansiyonlarda, güven vermeyen gece kulüplerinde onun izini arardım.

Ama ben bir roman kahramanı değildim.

Evinde oturmuş, "Gerçek hikáyelere dayanan romanlarla filmler, genellikle insan zihninin yarattıklarından daha tuhaf ve olağanüstü maceralarla doludur" diyen bir cümleyle başlayan bir yazı yazmaya hazırlanan bir yazardım.

Birden polisler kapımı çalmışlardı.

"Dün gece Moldovalı bir kızın ırzına geçildi," diyerek.

Telefon numaralarımı almışlardı.

Ve, birdenbire bir roman kahramanına dönüşebileceğimi, Kafka’nın "böceği" gibi bir öğleden sonra kendimi "kuşkulu bir şahıs" olarak bulabileceğimi hissettim.

Yazı masasına oturdum.

"Ev sessiz" diye başlayan bir yazı yazmaya koyuldum.

Aklımda ise Moldovalı kız vardı.

Ona ne olmuştu gerçekten?
Yazarın Tüm Yazıları