Uzun ve yorucu bir yolculuğun, sakin, huzurlu ve eğlenceli menzilleridir bayramlar, durursun, dinlenirsin, yol boyu birikmiş kirinden pasından, öfkenden, düşmanlığından, kırgınlığından arınırsın.
Bayramın sevinci ve eğlencesi aslında bu arınmada ve arınmanın getirdiği huzurdadır.
Ortak bir anlaşmayla hayatın acılarına kapanır kapılar.
Dinlenme vaktidir.
Gene yola çıkılacak, gene kirlenilecek, gene yorulunacak, gene acılar çekilecektir ama şimdi değil, bugün değil...
Bugün huzur günüdür.
Biliyorum pek huzurlu olunabilecek zamanlarda değiliz.
Acılar, kapanan kapıları kırıyor.
Ülkede yas var.
Çocuklar ölüyor gene.
Kederli olmamalı bayramlar.
Bunlar neşeli ve sevinçli olmamız, huzurlu olmamız gereken günler.
Dinlenme menzillerimiz.
Biraz yaslı girdik bu defa menzile.
Mehmet de öldü.
Mehmet Uzun.
"Türk çocuklarıyla Kürt çocuklarını öldürmeyin" diyen bir yazar.
Ömrünü Kürtçe’ye adamıştı.
Kimsenin okumadığı bir dilde yazdı inatla.
Beni en çok ne üzdü biliyor musunuz?
Önüme bir gazete sayfası getirip koydular.
Mehmet’in kocaman bir resmi.
Ve bir başlık atmışlar...
"Dicle denize kavuştu."
Bir Kürt gazetesinin internet sitesini açtım.
En büyük yazarlarından birinin öldüğü gün...
Bir satır haber koymamışlardı.
İçim kırıldı.
Kürtçe’yi seven bir Kürdü sevmeyen Kürtler.
Türkçe’yi seven Türkleri sevmeyen Türklere ne kadar da benziyorlar.
Mehmet’in Kürtçe’ye hak ettiği değeri verebilmek için ne çileler çektiğini biliyorum.
Ve, o öldüğünde "kardeşleri" onun ölümünden söz etmiyorlar.
Diyarbakır’ı anlattığı bir denemesi vardır.
Avluları...
Taş duvarları...
Ve nar ağaçlarını.
Diyarbakır’a aşık olursunuz.
O avluların içinde yaşayanları seversiniz.
Uzun boyluydu.
Ağır ağır yürürdü...
Ve ağır ağır konuşurdu.
Sükunetle konuşurdu.
Hiç kızdığını, sinirlendiğini görmedim.
O kadar bilgiliydi ki şaşardınız.
Sanki her şeyi okurdu.
Her şeyi bilirdi.
Öyle de güzel yazardı ki...
Yazdıklarını okuduğumda o satırlar içime işlemişti, "Mehmet" demiştim, "ne güzel yazıyorsun, ne güzel anlatıyorsun," utangaç gülümsemişti.
Diyarbakır’ın narları...
Surları...
İnsanları...
Bir gece beni Norveç’te bir bara götürmüştü, Civan Haco’yu dinlemiştik.
Fiyortları gezmiştik sonra...
Edebiyattan konuşmuştuk.
Bilmediğim ne çok şey anlatmıştı bana.
Hep barış isterdi...
İsterdi ki Kürt çocuklarıyla Türk çocukları birbirlerini öldürmesinler...
Ve tam da çocuklar birbirlerini öldürürken öldü.
Kederle ölmüştür diye düşündüm.
Bu topraklarda doğan bir yazar başka nasıl ölür?
Kederden başka ne verir bu yaşananlar ona?
Hayır, tam da öyle değil...
Mehmet, sevgiyi de gördü.
Bir gün duydum ki Mehmet hasta.
Telefon ettim, "Nasılsın," dedim, "neler oluyor," güldü, biraz zor konuşuyordu, "Önemli değil," dedi, "ciğerlerim su toplamış."
Sonra İsveç’teki doktorlar "On beş gün içinde ölecek" dediler.
"Diyarbakır’a gideceğim," dedi Mehmet, "ölürsem orada öleceğim."
Diyarbakır’a getirdiler.
Bir hastaneye yatırdılar.
Hastanedeki doktorunun telefonunu bulup aradım.
"Nasıl Mehmet?"
"Kötü" dedi, "maalesef çok fazla zaman kalmadı."
Ve, Mehmet bir yıl daha yaşadı.
Diyarbakırlıların, Kürtlerin, Türklerin sevgisi öyle bir kavradı ki onu ölümle tam bir yıl çekiştiler.
Ve, sonra...
Dicle denize kavuştu.
Uzun boyu, sükuneti, ağırbaşlı bilgisi, derin anlatımı, Kürtçeye olan sevgisi, barışa olan düşkünlüğü...
Yıldızların arasında dolaşan bir ermiş gibiydi...
Ardı sıra satırlarıyla parlayan gümüş tozları.
Ve ben Mehmet için bir yazı yazıyorum...
Çocuklar ölürken öldü Mehmet.
Hep çocuklar yaşasın isterdi.
Çabalardı bir şeyler yapmak için.
Diyarbakır’ı hiç görmedim.
Diyarbakır’ı herkesten iyi tanıyorum onun yazdıklarını okuyarak.
Hayranlıkla okumuştum.
Gıptayla okumuştum.
Güzel yazar, güzel anlatırdı.
Bugün bayram, bugün acılara kapalı kapılarımız.
Huzur günü, arınma, dinlenme günü.
Hayır, acı çekmeyeceğiz.
Dağlarda çocuklar ölüyor.
Türk çocukları, Kürt çocukları...
Ellerinde tüfekleri.
"Ölmesinler" derdi Mehmet.
Çocukları Türk, Kürt diye ayırt etmezdi.
Severdi hepsini.
Sükunetle konuşurdu.
Yıldızların arasında dolaşan bir ermiş gibiydi...
Kelimelerden bir gümüş tozu serpilirdi peşi sıra.
Ölüyor insanlar.
Yaşlandım, kendi ölümüme alıştım da sevdiklerimin ölümüne alışamadım.
Bir de çocukların ölümüne.
Bugün bayram.
Huzurlu bir gün.
Yolculuğumuzun sakin bir menzili.
Acılara kapalı kapılarımız.
Acı çekmeyeceğiz.
Ama bu bayram biraz zor kapıları kapalı tutmak.
Ölü çocuklar süzülüyor içeri.
Kavruk, kederli yüzleri.
Fakirler, yorgunlar, kanlı elbiseleri.
Ve Mehmet...
Gülümseyerek karşılıyor gelenleri.
Kederi burada bırakmıştır, diyorum, orada çocuklara anlatıyordur usul sesiyle neden öldüklerini.
Yazdığı gibi güzel gülerdi.
Korktularsa çocuklar ölürken, onun güldüğünü görünce geçmiştir korkuları.
Ama ölmeden önce son kederi, sanırım ölen çocuklar olmuştur.
"Ne yapacağız" derdi, "Ne yapacağız Ahmet bu çocuklar için?"
Hiçbir şey yapamadık işte Mehmet.
Öldü çocuklar.
Ölüyorlar.
Daha da ölecekler.
Hiç ayırmazdı çocukları birbirinden.
Sevenler onu, bunun için sevdi.
Sevmeyenler, bunun için sevmedi.
Bir Kürt sitesinde ölümünden tek satır görmediğimde içim kırıldı.
Sizin anadilinizi yaşatmaya çalışırken öldü o.
Bu muydu hak ettiği?
O, aldırmazdı biliyorum, o yıldızların arasında dolaşan bir ermiş gibiydi.
Olgunlukla karşılardı.
Ama kendini sevenleri de gördü, imza günlerinde, okuma günlerinde, yattığı hastanenin kapısında dizilmiş binlerce insan.
Onu sevdiler.
O da sevdi onları.
Güzel yazılar yazardı...
Diyarbakır’ı ondan okuyan bu şehre aşık olurdu.
Narlar... Avlular... Taş duvarlar.
Bugün bayram.
Bugün acıya kapalı kapılarımız.
Ölü çocuklar süzülüyor içeri.
Fakirler, yorgunlar, kanlı elbiseleri.
Onlar Mehmet’e ve tanrıya emanet artık.
Onların ölümüyle kederlenerek öldü Mehmet.
Bir arife günü...
Bütün yazarlar gibi huzuru bulabileceği tek yere gitti.