THY öyle bir ağırladı ki bilmem herkes bu kadar yemek ister mi?

Geçen haftaki yazım teknik bir soruna kurban gitti.

Zaten pek de yazıya benzemeyen bir şeydi.

Daha çok bir şikayetname, bir feryat figan.

Yana yakıla Ege’ye yağan çamurdan payıma düşeni anlatıyor, aslında yazmak istediğimin bundan bir ay kadar önce gittiğim New York yolculuğu olduğunu; ancak yağmakla kalmayıp ruhuma da bulaşan çamurdan ötürü, oturup bu güzelim geziyi yazmanın hem kendime hem de yıllar sonra gittiğim şehre hakaret olduğunu söylüyordum.

Sonunda temizlenip İstanbul’a geldim...

Artık dilim döndüğünce THY’nin davetlisi olarak katıldığım beş günlük Amerika yolculuğunu anlatabilirim.

Küçük bir gazeteci kafilesiydik.

Daha çok yeme içme üzerine kalem oynatan yedi sekiz kişi.

Davet nedeni ise THY’nin bizlere, o gün ilk kez denediği ve haziran başlarında uygulamaya başlayacağını söylediği yeni ağırlama politikasını göstermek istemesi.

Bir süre önce merkezi Viyana’da bulunan Do&Co Turkish şirketi, uçuşlarda sunulan yeme içme hizmetlerini üstlenmiş ve bu hizmetin dünya çapında olması için köklü değişikliklere gitmiş. İşe önce servis yapacak deneyimli personeli eğiterek başlamış. Kalkıştan önce uçağa yüklenen yemeklerin yerini uçakta pişirilen ve yeni alınan büyük tabaklara özenle yerleştirilen yemekler almış. İçki seçenekleri gibi, yolcuların adlarının yazılı olduğu mönülerdeki yemek seçenekleri de artırılmış. Kabine adım attığınız andan itibaren başlayan ve neredeyse insana uyuyacak zaman bırakmayan servisin mükemmel olması, yolcuların New York-İstanbul gibi uzun süren seferlerde sıkılmamaları, ödedikleri paranın karşılığını almaları için gereken ne varsa en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş.

Ekonomi sınıfı uçuşlar için de böylesine köklü bir değişiklik olur mu bilemem, ama buisness sınıfı için durum böyle.

Uçağa adım atıp yerinize oturmanızla birlikte servis başlıyor ve yolculuk bitene kadar devam ediyor. Handiyse biraz fazla. İnsan kendini Grande Bouffe (Büyük Tıkınma) filmindeki oyuncular gibi hissediyor.

Hoşgeldin içkilerinden sonra servis arabalarıyla gelen atıştırmalıklar, benim diyen lokantalarda bile eşine zor rastlanır nefasette. Ardından gelen öğle yemeği seçenek üstüne seçenek sunuyor. Giriş yemekleri imambayıldıdan dolmaya, sigara böreğinden patlıcan salatasına on çeşit kadar. Ana yemek için üç seçeneğiniz var: Balık, makarna ya da şiş kebap. Sonra üzümün eşlik ettiği peynir çeşitleri ve gene servis arabasıyla sunulan tatlı ve meyve seçenekleri. Bu öğle yemeği. Kahve, kahvenin yanında verilen küçük kurabiyeler, yemek sonrası içkileri derken iki üç saat geçiveriyor.

Biraz nefes almaya, sindirim için gerekli birkaç adım atmaya ancak fırsatınız oluyor ve akşamüstü servisi başlıyor. Ardından biraz film izliyor, biraz okuyor ve gene aynı bollukta gelen akşam yemeğini yiyorsunuz. O bittiğinde siz de bitiyorsunuz. Uyumak için birkaç saatiniz var. Sonra sabah kahvaltısı. Sonra da sabah kahvaltısı arkası derken gidilecek yere ulaşılıyor.

İndiğimizde hepimiz yemekten ölecek haldeydik.

Yediğimiz her şey nefis olmasına nefisti de, bilmem herkes bu kadar yemek yemek ister mi?

Hasta olan, rejim yapan, iş gereği uçan ve ertesi sabah gireceği toplantıya zinde katılmak için yemek yemektense uyumayı tercih eden yolcular için ikinci bir mönü daha olmalı belki de.

Daha hafif, daha hızlı, daha çabuk tüketilen.

Ya da Lufthansa’nın uygulamaya koyduğu gibi: İsteyene istediği zaman gelen.

İlk gittiğimde New York...

New York’a adım atar atmaz ilk kez gittiğimde hissettiklerimi yeniden hissedebilecek miyim acaba, diye düşündüm.

Bundan on beş yıl önce onu ilk kez gördüğümde dilim tutulmuştu: Şaşkınlıktan.

Bir de boynum: Göğe bakmaktan.

Yeniden öğrenci olmayı istemiş, bir süreliğine orada yaşamayı düşlemiştim.

Garip bir enerjisi vardı şehrin. İnsana bulaşıyordu. Hayal kurdurtuyordu.

Hayal kurdurmakla kalsa iyi, kurduğunuz hayallerin gerçeğe dönüşebileceğini de hissettiriyor, o güne kadar ya zamansızlıktan ya tembellikten yapmaya kalkışmadığınız her şeyi belleğinizin kuytu köşelerinden çıkarıp bir bir önünüze seriyordu.

İnsana ikinci bir hayat yaşama şansı olduğunu düşündürten ender şehirlerdendi.

Eh bu da az şey mi?

Yollar insan kaynıyordu.

Aceleyle oradan oraya seğirten milyonlarca insan.

Orada yaşayanlarla bizim gibi şehre ilk kez gelenleri dışarından bakan biri şıp diye anlardı .

Yaşayanlar önlerine bakıyor, yabancılar kaldırımlarda görünmez göğe bakma durakları varmış gibi belirli yerlerde mıhlanıp kalıyorlardı. Yüksek gökdelenlerin tepelerini görürlerse New York’un sırrına erebileceklermiş gibi.

Cetvelle çizilmiş bir şehirdi.

Numaralı caddeleri gene numaralı sokaklar kesiyor, arada kalan apartmanlara blok deniyordu.

Bizim gibi tepelere, lam elif sokaklara, çıkmazlara alışık olanlar için kaybolmanın imkansız olduğu bir şehirdi.

Haritaya bir kez bakmak kafiydi.

Nereye nasıl gideceğinizi hemen çözüyor, nereye neden gitmemeniz gerektiğini yaşayarak öğreniyordunuz.

Central Park ve çevresi zengin semtlerdi. Ama biraz ilerleyip de Harlem’e girerseniz sizi nelerin beklediği kestirilemezdi.

Soho, Little İtaly, China Town, Village adanın ucuna konumlanmış her biri kendine özel sevimli semtlerdi. Sanat galerileri, farklı butikler, küçük lokantalar, kafeler...

Tribeca yeni keşfediliyordu.

Robert de Niro’nun o gün için ucuz sayılan semtte yatırım yaptığı ve yakında bir lokanta açacağı söyleniyordu.

İkiz kuleler ayakta, Wall Street atakta, yupilik revaçtaydı.

Seksenlerde şehri kasıp kavuran şiddetin önünün alındığı söyleniyordu.

Gene seksenlerde belki de bu yüzden sönük olan gece hayatı yeniden canlanmış, orada burada açılan underground kulüplerin önünde kuyruklar oluşmaya başlamıştı.

Guggenheim müzesindeki Rebecca Haas sergisiyle merdiven boşluğunun tavanında ters duran ve özel bir düzenekle saat başı tuşları dışarı fırlayıp çalan piyano herkesin dilindeydi.

Woody, Mia ile evliydi.

Scorsese, New York gangsterlerini henüz çekmemişti.

Paul Auster, gençti.

Tıpkı başında kavak yelleri esen benim gibi.

Geçen yıllar süresince özellikle de 11 Eylül’den sonra New York’a gidenler şehrin değiştiğini anlatıp durmuşlardı. İnsana fenalık getiren kontroller, her Amerikalı’nın mustarip olduğu paranoya, gitgide azıtan sağlıklı yaşam takıntısı anlattıklarına göre şehrin büyüsünü örselemişti.

Nerdeydi yirmi yıl öncenin dünyaya açık o güzelim New York’u, nerdeydi şimdinin üstüne örtük karamsar şehri?

Bir de ben vardım tabii.

Ben de eski ben değildim ki.

Havaalanından kalacağımız otele giderken işte bu duygular içindeydim.

Fazla duygulanmanın alemi de yoktu aslında; ben mi değişmiştim, dedikleri gibi şehir mi, yaşayıp görecektim.

Öyle de yaptım nitekim.

Haftaya..
Yazarın Tüm Yazıları