Yaşlı kayalar ormanı ve arp çalan kadınların kadim kenti...
Dağlık Karya coğrafyasının az bilinen antik hazinelerini buluşturan rotamızın hareket noktası Milas-Bodrum Havalimanı’nın kapı komşusu Yatağan. Ege peyzajına özgü taşra manzaraları eşliğinde Aydın’ın güney ilçesi Çine’ye uzanacak bu yolculuğu, insanın içini ısıtan sonbahar güneşinin etkisiyle tam da şu sıralarda yapmalı…
Adını 16’ncı yüzyılda yaygınlaşan bir Osmanlı kılıcından aldığı söylenen Yatağan, vizyoner yerel yönetimin girişimleriyle kültür turizminde önemli bir merkeze dönüşüyor. UNESCO dünya kültür mirası adayı Stratonikeia Antik Kenti’nin yanı sıra Lagina Kutsal Alanı ve Osman Hamdi Bey Konağı’yla değer kazanan ilçe, şimdi de Bizans döneminden kalma nadide fresklerle süslü Papaz Kayası sayesinde adından söz ettiriyor. Yatağan Belediyesi’nin desteğiyle bizi fresklere götürecek Yava Köyü Muhtarlığı azası Bilal Meşe’yle sözleşip Çine Tüneli çıkışında buluşuyoruz.
Alabanda Antik Kenti meclis binası
Marmaris’ten tarih, keşif meraklısı üç eğitimci arkadaşımla birlikte yeni açılan stabilize yolu takip ederek vadinin derinliklerine doğru ilerlerken heyecanlıyız. Kısa bir yürüyüşten sonra yaklaşık 40 metre yüksekliğinde, doğal çatılı bir kayanın vadiye bakan kuzey yüzündeki fresklerle karşılaşıyoruz. Açıkçası 5 küsur yıldır bölgeyi köşe bucak gezen biri olarak böylesi bir eseri ilk kez görüyorum. Kayanın 20 metre genişliğindeki yüzeyine yayılan fresklerde düzgün çerçeveler içerisinde Meryem, Hz. İsa ve Vaftizci Yahya’nın yanı sıra dönemin din önderleri tasvir ediliyor. Prof. Dr. S. Yıldız Ötüken’e göre Yatağan freskleri, Bizans ikonografisindeki alışılagelen şemadan ayrılıyor.
Hz. İsa ve Meryem’in yanındaki din adamlarını sembolize eden bani figürleri aslında klasik tarzda küçük boyutlara sahip olurlar. Ya diz çökerken ya secdeye kapanırken resmedilirler. Oysa buradaki örnekte bani figürünü ayakta ve Hz. İsa’yla yakın boyutlarda görüyoruz. Geçmişi antikçağlara uzanan sur kalıntıları, kaya mezarları ve keşiş mağaralarıyla dolu bölgenin bir an önce jeopark projesi kapsamında turizme kazandırılmasını dileyerek bölgeden ayrılıyoruz. Dönüş yolunda mihmandarımız Bilal Meşe, Yatağan fresklerinin gönüllü korumalığını üstlendiğini ve jandarmayla birlikte defineci saldırılarını nasıl geri püskürttüklerini anlatıyor. Kendisine çok teşekkür edip rotamıza devam ediyoruz.
Gerga Kutsal Alanı
Farklı bir gezegen gibi
Muğla-Aydın sınırında adeta bir kayalar ormanının ortasında ilerleyen yolun her iki yanını, ender bulunan metaforik kayaçlar süslüyor. Çoğu birbirinden bağımsız tonlarca ağırlıktaki bu kayaların üst üste, yan yana durması, insanda farklı bir gezegende olduğu hissini uyandırıyor. Yapılan araştırmalara göre kayaların en genci 15 milyon, en yaşlısıysa 1 milyar yaşında. Birçok kaynağa göre bu coğrafya, Anadolu’nun eski kaya örneklerini barındırıyor. Gökbel Vadisi olarak adlandırılan bu sıradışı bölgede ilginç yeryüzü örtüsünün yerel yaşamla nasıl iç içe geçtiğini görmek üzere civar köylerden birkaçını ziyaret etmeye karar veriyoruz.
Yol boyu hiç beklenmedik yerlerde karşımıza çıkan dev kayalar bazen bir mantar, bazen de bir peribacası formuyla bizi şaşırtıyor. Hacıbayramlar ile karşı komşusu Hacıveliler köyleri, birbirinden ilginç kayaların yanına, altına, hatta içine inşa edilmiş evleriyle fotoğrafseverlere şenlikli kareler vaat ediyor. Rotanın devamında zeytin ağaçlarının, oyunbaz sincapların ve büyükbaş hayvan sürülerinin yoldaşlığında, Aydın istikametinde doğru ilerliyoruz. Yatağan çıkışının 35’inci kilometresinden Eski Çine yönüne ayrılan sapak, Gerga’ya giden en kestirme yolu işaret ediyor. Alabayır Köyü yakınlarındaki kayalık yamacın eteklerindeki Gerga, Karyalılardan kalma benzersiz bir kutsal alan. Efsanevi Marsiyas Çayı’na (Çine Çayı) bakan kurak ve ışıltılı kayalarla çevrili bu ıssız alan, blok taşlardan oluşmuş anıtsal yapılarıyla ilk bakışta etkiliyor. En büyük yapının çatısı, 4 metrelik yekpare taş şeritlerle örtülmüş. Tahminen en hafifinin ağırlığı 30 tondan aşağı değil. Girişinde boyu 1 metreyi bulan, taştan bir aslan pençesi seçiliyor. Avusturyalı arkeolog Prof. Friedmund Hueber, bunun bir Anadolu sfenksi olduğunu söylüyor.
Çine köftesine kıyma, soğan, kimyon ve tuz dışında başka bir şey konmuyor
Zeus ve Apollon’a adak
Sol çaprazdaki sadece temelleri günümüze kalabilmiş bir diğer kutsal yapının hemen önüne dev bir heykel, yüzüstü şekilde devrilip öylece kalmış. Baş, gövde ve kol gibi bazı detayları ancak dikkatli bakınca fark ediliyor. Kare planlı yapıların alınlıklarına kazınmış ‘Gerga’ sözcüğü, arkeologlara göre hayatın devamlılığını sağlayan bir doğa tanrıçasının ismi. Bir diğer ifadeyle Kibele’nin ardılı. Uzaktan bakıldığında doğal bir terası andıran kutsal alanın ufka bakan iki köşesine birer sunak, sol tarafınaysa sivri uçlu iki megalit yerleştirilmiş. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir dağın tepesindeki Gerga, en azından bir kez görülmesi gereken yerlerden…
Sonraki durağımız Büyük Menderes Havzası’nın güneyinde, tarih boyunca uygarlıklara hayat vermiş Meander Irmağı’nın suladığı, Madran Dağı’nın eteklerine kurulmuş, yemyeşil bir ova içindeki Çine. Yerel lezzetleri, Avrupa Birliği’nden kalite tescilli memecik zeytini, şifalı suyuyla adından söz ettiren ilçe, Kuvayı Milliye Müzesi, Ahmet Gazi Camisi ve Kavşit Yaylası gibi yerleriyle ziyaretçi çekiyor. Meşhur Çine köftesini deneyebileceğiniz asırlık lokantalara ev sahipliği yapan ilçeye yemek için uğramayı ihmal etmiyoruz. Kıyma, soğan, kimyon ve tuz dışında hiçbir katkı maddesi konmayan Çine köftesi, günlük yapılıyor ve sipariş üzerine sıcak sıcak servis ediliyor. Yeterli enerjiyi topladıktan sonra, bu kez Alabanda Antik Kenti’nin yolunu tutuyoruz. Çine’nin Doğanyurt Köyü’ndeki ören yerine kahverengi tabelaları izleyerek rahatça ulaşılabiliyor.
Kent, Karadağ’ın uzantıları olan iki tepenin yamacına ve kuzeyde Çine Ovası’na doğru yayılmış. Alabanda’nın adı, Karya dilinde ‘ala’ (at) ve ‘banda’ (yarış) kelimelerinden türemiş. Bizanslı tarihçi Stephanos, Kral Kar’ın oğlu Alabandos’un bir at yarışını kazanması nedeniyle kente bu adın verildiğinden söz ediyor. Çiçero ise ‘Tanrılar Dünyası’ isimli eserinde, kentin adını Kar Tanrısı Alabandos’tan aldığını belirtiyor. Alabanda hakkındaki en eski bilgileri, MÖ 3’üncü yüzyıldan itibaren öğrenebiliyoruz. Delphi’de bulunan bir yazıtta kentin Zeus ve Apollon’a adandığı belirtiliyor.
Zevkine düşkün kent
MÖ 70 yılında Roma’nın Anadolu’ya egemen olmasından sonra Alabanda, 21’inci kent olarak Asya eyaletine katılmış. MÖ 5’inci yüzyılda bölge başkenti ilan edilmiş. Milet, Priene, Tralleis ve Nysa gibi önemli kentler buraya bağlanmış. Yunan tarihçi Strabon, Alabanda’nın zengin halkının eğlenceye düşkünlüğünden ve kentte arp çalan kadınların olduğundan bahsediyor. Bu bilgileri hafızalarımıza kaydettikten sonra şehri gezmeye başlıyoruz. Antik tiyatronun büyüklüğünden bir zamanlar burada yoğun nüfusun yaşadığı anlaşılıyor.
Tiyatro çıkışında tanıştığım Mehmet Adıgüzel, Doğanyurt Köyü’nün sakinlerinden.Alabanda’yı görmeye dünyanın dört bir yanından ziyaretçilerin geldiğini söyleyen Adıgüzel, birkaç yüz metre ilerideki meclis binasını (Bouleuterion) mutlaka görmemizi öneriyor ve ekliyor: “Gerek Alabanda gerekse köyümüzün doğası ve taş evleri görülmeye değer güzellikte. Burası daha yüz yıl kazılsa bile topraktan tarih fışkırır.” Bu sözler üzerine Alabanda’nın arkeolojik kazı tarihini merak edip araştırıyorum. ‘Arp çalan kadınların şehri’ndeki ilk kazıların 1905 yılında Ethem Hamdi Bey tarafından başlatıldığını öğreniyor ve yaşadığımız görkemli coğrafyaya bir kez daha hayran oluyorum.