GeriSeyahat Yaşar Kemal’in romanlarına yolculuk
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Yaşar Kemal’in romanlarına yolculuk

Yaşar Kemal’in romanlarına yolculuk

Çukurova her yönüyle zengin. Ancak beni oraya Yaşar Kemal’in romanları götürdü. Onu dinledim fotoğraflar çektim. Her yıl mutlaka gidiyorum, heyecan veriyor bana. Çok uzun bir parkur değil. Adana’dan sonra, Ceyhan, oradan İmamoğlu Kozan, Kadirli Anavarza, Hemite güzergahı bir günde geziliyor. Tarihi değerler, tarımsal yaşamın görsel zenginliği, renk renk tarlalar, Toraslar’da yemyeşil ormanlar, yamaçlardan fışkıran buz gibi pınarlar insanı çok etkiliyor. Farklı yerleri görüp, farklı duygular yaşamak isteyenlere ben Çukurova’yı öneririm.

ANAVARZA KALESİ
Kartal yuvasından İnce Memed’in gözleriyle baktım ovaya


Ova dümdüz... Renk renk tarlalar... Karpuz, buğday, pamuk tarlaları peşpeşe. İnsanoğlu toprağı böylesine renklendirmiş Çukurova’da. Kazmaları, kürekleriyle toprağın bağrında çalışanların yanındaki yoldan traktörler homurdanarak geçiyor. Bembeyaz pamuk tarlaları, mis gibi kokan limon ve portakal bahçeleri, nar bahçeleri sıralanıyor ovanın dört bir yanında. Tarımla anılıyor bu kocaman ova. Oysa çok önemli kaleler var içinde. Adana’dan sonra Ceyhan yakınlarına
/images/100/0x0/55eac241f018fbb8f894dcc4
geldiğimde Yılan Kale çıktı karşıma. Biraz ilerde Dumlu, daha sonra Kozan Kalesi yükseliyor. İyi ki gelmeden önce biraz kitap karıştırmış ve Çukurova coğrafyasıyla ilgili bilgi edinmişim. Yaşar Kemal’in ilk eseri İnce Memed’den başlayıp, birçok romanında bahsettiği Anavarza Kalesi’nin silüetini uzaktan gördüğümde heyecanım öylesine arttı ki. Ana yoldan çıkıp kaleye yöneldim. İncecik bir yol tarlaların, püsküllü kamışların arasından geçiyordu.
Adana’ya 70 kilometre uzaklıktaki kalenin antik kayıtlarda adı Anazarbos. 9’uncu yüzyılda Asurlular yapmış, MÖ 27’de Roma imparatoru Augustos’un eline geçmiş. Birçok medeniyet geçmiş kaleden, kalıntıları günümüze kadar ulaşmış.
Kalenin ilk kapısına vardığımda fotoğraf makinemi çıkarttım. Anavarza’nın düzlüğünü adımlarken, Yaşar Kemal’in romanları ve kale üzerine diğer okuduklarım bilincimde akmaya başladı. Öyküler, efsaneler bir bir ovanın üstüne düşüyordu. Alabildiğine sıcak vardı ama bildiklerimle gördüklerimin heyecanı yüreğimi ferahlatıyordu. “İşte su kemerleri” dedim içimden. Kral yüzyıllar önce kim suyu önce buraya getirirse kızımı ona vereceğim” demiş. Taşlar sıra sıra her birinin üstünde motifler yüzyıllar öncesinin insanın çekicinden çıkan şekiller. Her birinin anlamı var. Bunları önceden öğrenince, çekilen fotoğraflar anlam kazanıyor.
Yaşar Kemal romanlarında kayanın çevresindeki mor kayaları, kartalları, mis gibi kokan kekikleri öylesine güçlü anlatır ki. Kahramanları at üstünde, yıldırım gibi geçip gider önünden. “Bir atlı geçse ne güzel olur” dedim ve beklemeye başladım. Saatler sonra bir atlı çıktı uzaktan, kalenin önünden yürüyordu. Hemen makineme sarıldım. Kaleyle insan buluşmuş, fotoğrafın duygusu güçlenmişti. Demirciler Çarşısı Cinayeti’nden iki cümle düştü aklıma: “Bindiler de çekip gittiler o iyi insanlar o güzel atlara. O yiğit her birisi kaplan örneği şahinler, o ceren gibi atlara bindiler de başlarını alıp gittiler.” Bir kuş kanat çırptı yanı başımda. Gökyüzüne baktım, Anavarza’nın burçları beni çağırıyordu. Sıcağa aldırmadan tırmanmaya başladım. Yüzlerce yıl önce kayalara oyulmuş basamaklardan çıktım. İstediğim fotoğrafı yakalamış olmanın huzuruyla, kaleyi, ovayı kuşbakışı seyrettim.

ÇUKUROVA’NIN GÖÇERLERİ
Hayat hızlanmış, renkler yerli yerinde


Çukurova’nın içlerini gezmek gerek. Akdeniz’den Toroslara doğu yol alırken, Yaşar Kemal’in romanlarında bahsettiği göçerlere mutlaka rastlarsınız. Kıl çadırlarının önünde, öylece durup bakarlar. Koyunlar dizi dizidir çadırın ardında, kadınlar ya çadırın önündedir ya da ekmek ocağının başında. Bucak Köyü’ndeki portakal bahçelerini görmek için yola çıktığımda, yolun kıyısında onları gördüm. Erkekler bir yanda toplanmış bekleşiyorlardı, kadınlar ocağın
/images/100/0x0/55eac241f018fbb8f894dcc6
başındaydı. Öğlen yemeği için durduklarını söylediler, ekmekler pişip sofra kurululup karınları doyunca yeniden yola çıkacaklarmış. Bir fotoğrafçı için önemliydi olup biten. Makinemi alıp yanlarına gittim. Hemen buyur ettiler. Sorularını cevaplarken çevremi gözlüyordum. Böyle ortamlarda fotoğraf çekmek için acele etmemek gerekir. İkram edilen çayı içtim, üzerimdeki ilgi kaybolunca fotoğraf makinemi çıkardım. Bir annenin çocuklarıyla fotoğrafları çekecektim. Işık uygundu, ocağın mavi dumanı fotoğrafa ayrı bir tad katıyordu, sac üzerinden kalkan ekmek de kadrajın içindeydi. Çocukların ikisi başlarını sakladı, annesinin sırtındaki başını çevirdi. Bakışımız kesiştiğinde deklanşöre dokundum. Sevinçten yüreğim kabarmıştı. Yola düşmek istediğimde, sıcak saç ekmeğinin arasına peynir serip dürüm yaptılar. Yol boyunca otomobilin için mis gibi ekmek koktu.
Bucak Kalesi’nin arka yüzünde portakal bahçeleri var. Yemyeşil uzayıp gidiyor. Kalenin önünde binbir çiçek. Sunbas Suyu küçük bir gölden kaynıyor. Gölde su teresi toplayan Çukurovalı anlattı uzun uzun yaşadıklarını. Bu işten günde 10 TL kazanıyormuş. Sunbas yemyeşil ağaçların arasından çağlayıp gidiyor. Çukurova’dan çıkıp Toras Dağları önlerine gelindiğinde buz gibi kaynak sularına karışıyor.
Ceyhan’a dönünce, İmamoğlu yakınlarında, bir göçer grubuna daha rastladım. Çadırın önünde bir anne kız bana bakıyordu; sanki bir diyecekleri vardı. Kıl çadırın içinde renk renk eşyalar, önünde plastik leğen arkada koyunlar. Bulutlar da yığın yığındı. Belli ki bir süre sonra buradan göçüp gideceklerdi. Fotoğrafın ögeleri yerli yerinde, oran tamam, ışık iyiydi. Bu görüntü kaçırılmazdı, kadrajımı yapıp deklanşöre bastım.
Çukurova’da geçmişin yaşamından geriye kalan, bir Türkmen göçünü izlemiştim. Yaşar Kemal’in ilk cildinde şöyle anlatır: “Çukurova salt bataklıktı, büklüktü. Yalnız tepe eteklerinde el kadarcık tarlalar. Çukurova’da in yok cin yok o zamanlar. Göç başlardı gürül gürül, Türkmen göçü... Çukurova bayramlığını giyerken. Yani soyunmuş ağaçlar, soyunmuş toprak dünya donanırken. Al yeşil göç kalkardı gürül gürül. Alırdık göçü aşardık dağları, konardık Binboğa’nın yaylasına. Kış basarken de inerdik Çukurova’nın düzüne. Büklerini, kamışlıklarını kaplan yaramaz. Bataklık. Yılın on iki ayında otlar dizde. Top top olmuş cerenler gezerdi. Sürmeli gözlü ürkek cerenler. Atın yiğitliği ceren avında belli olur. Kamışları kavak boyu uzar giderdi Çukurova’nın. Göl kıyılarında, berdilerin tozakları gün ışığı gibi ışık saçarak dökülürdü sulara. Bütün Çukurova tepeden tırnağa Nergis açardı. Gece gündüz yelleri nergis kokardı Çukurova’nın.”
Kamışlıklıklarını kaplan yaramazmış. El içi gibi tarla olmuş kamışlıklar. Eski göçler gibi değil şimdi Türkmen göçleri... Kamyonlarla tırmanıyorlar yaylalara dağlara. Ama yine de geçmişten izler taşıyorlar...

PAMUK İŞÇİLERİ
Hâlâ pamuğun elle toplananı makbul

Çukurova’da insan-toprak ilişkisinin sonuçlarını izlemek bir başka keyif. Üretmek için çırpınanların doğayla görsel ilişkisi fotoğrafçıya zengin bir kaynak sunar. Yaşar Kemal tarla kıyılarına kurulan saz evleri ve çalışmak için Çukurova düzlüğüne inenleri anlatır romanlarında. Onun satırlarının izinde pek çok fotoğraf çektim.
/images/100/0x0/55eac241f018fbb8f894dcc8

Çukurova’ya alın teri düşünce, toprak bereketlenir, yığınla ürün verir. Bölge geçmişte zenginlik kaynağıydı. Bugün tarım insanları mutlu etmiyor. Ürünü tarladan almıyorlar bile. Bir köylü fıstıkları tarlada bırakıp giderken, “masrafını karşılamaz” diyordu. Toprak her zaman uyanıktır Çukurova’da. Beklemez, yorganına sarılıp yatmaz. İnsanoğlunun dinamizmiyle diri kalır. Mısır tarlasında çalışan genç kızın fotoğrafını çekerken çok bekledim. İstediğim formu bir türlü yakalayamıyordum. Ritim duygusu veren yeşil çizgilerin üzerinde istediğim formu bir türlü sağlayamıyordum. Sevmediğim bir şeyi yaptım, çapasına dayanmasını istedim. Genç kız güneşten korunmak için yüzünü böyle kapattığını söyledi.
Biber tarlasında çok sayıda kadın çalışıyordu. Çapa saplarının hareketi ilgimi çekti. Yine yeşil çizgiler, kadınlar ve çapaların değişik biçimde duruşu fotoğraf açısından güzel bir sahneydi. Arkada yeşilliğin sonundaki sarı çizgi de artı bir değer katıyordu fotoğrafa; ancak tarlanın yanında duran bir erkeğin arka plana geleceğini düşündüm ve bekledim, istediğim noktaya gelince de fotoğrafı çektim.
Pamuk, Çukurova için çok önemliymiş. Geçmiş zaman diliminde daha çok ekilirmiş. Zahmetli bir iş. Makinelerla topalanabiliyor ama, fazla zayiat verdiği için yine elle toplanması tercih ediliyor. Bu aşamada elciler ortaya çıkıyor. Elçi ekip toplayıp, tarlaları dolaşıyor. Böyle bir grubu tarlada fotoğraflamak istedim. Çalışmalarını izledim uzunca bir süre. İstediğim görsel duyguyu bir türlü yakalayamadım. Bir genç kız gözüme çarptı. İşini öylesine sahiplenmişti ki. Pamukları sanki yüreğine basacaktı. İstediğim fotoğraf oluşmuştu.

HEMİTE
Yazarın köyünde

Yaşar Kemal’in köyüdür Hemite. Kadirli’den Osmaniye’ye giderken, önce kaleyi görürsünüz uzaktan. Köyün üst başında, tüm ovaya hakimdir. Ceyhan Irmağı’na selam gönderir yukardan. Silüeti suyun içine düşer. Hemite dağın önünde yeşillikler içindedir. Hemite yolundaki köprüyü geçip köye doğru çıkmaya başladım. Yaşar Kemal, bana köyle ilgili o kadar çok şey anlatmıştı ki, meydanına varınca ünlü çeşmesini sordum. Çeşmenin Hititlerden kaldığını romanlarında
/images/100/0x0/55eac241f018fbb8f894dcca
da yazmıştı. Bugün sadece bir taşı kalmıştı geriye. Köylüler anlattılar: Sıtmanın yakıp kavurduğu günlerde, çocukların başına kocaman bir saç ekmeği geçirip o çeşmenin suyunu başlarından aşağıya dökerlermiş. Sıtmanın geçeceğine inanırlarmış. Sonra kalenin dibinde türküler derlediği taşın üzerine oturup, önünden geçerken korktuğu mağarayı seyrettim. Hemite, Yaşar Kemal’in çocukluğunun geçtiği köy. Buradan beslenmiş. Köyün üstündeki Hemite Dağı’nı şöyle anlatır: “Hemite Dağı, Çukurova’nın ortasına doğru hançer gibi uzanmıştır. Önünden Ceyhan Irmağı akar. Aşağıda, Akdeniz’e kadar uzanan Çukurova düzlüğü. Hemite, Çukurova düzlüğünden birden bire çıktığı için ulu bir dağ gibi gözükür. Sırtını Toras’a dayamış küçük bir dağdır. Kayalığında tek tük kesme, kocayemiş çalıları, alıç ağaçları bulunur. Hemite Dağı baştan aşağı ciriş nergis açar. En kokulu nergis Hemite’dedir. Bir de kedi taşağı çok kırmızı açar, Hemite kayalıkları keskin mor akı, yeşil benekli çinke taşındandır. Çinke taşı, çakmak taşına yakın sertliktedir. Bu dağdan hiç mi hiç su kaynamaz. Kurudur, ince yarım parmak kalınlığında bir su Hemite Köyü’nün üstündeki kayalığın dibinden sızar. Bu çeşmenin çok eskilerden, Hititler’den kaldığı söylenir. Bu ot bitmez Hemite Dağı hiç kimsenin işine yaramaz. Sarp kayalıklarında eskiden kartal yuvaları vardı. Öylesine çoktu ki kartallar kapkara kayalıkları örterlerdi. Şimdi onlarda çekip gitmişler nereye gitmişlerse.”
Yaşar Kemal’in Hititler’den kalma dediği çeşme o çeşmedir. Çocukların sıtmadan korunmak için başlarına ekmek geçirerek yıkandığı çeşme... Kalenin arkası dümdüz uzar gider. Taa ki, başına küçük bir bulutu koyup anlattığı Düldül Dağı’na kadar sürer düzlük. Köy değişmiş ama eski yaşamı gözler önüne seren eski evler duruyor. Bahçelerinde kocaman nar ağaçlarının yer aldığı balkonları sardunyalarla süslenmiş evler.
Kiminle konuşsanız bir şiir söylüyor, destan anlatıyor Hemite’de. Yaşlı kadınlar ağıtları makamına uygun okuyor. Ceyhan Hemite’nin önünde yayılıyor, deniz gibi oluyor. Yaşar Kemal’in deniz üstüne yazdığı romanları anımsatıyor. Bir zamanlar köylüler tahta sallarla geçerlermiş nehirden. Yaşar Kemal de tahta salla geçip komşu köyün ilk okulunda okumuş.
Hemite önemli bir köy. Çağımızın önemli yazarlarından Yaşar Kemal’in çocukluğunun izlerini sürüyor insan burada. En önemlisi onun çocukluk arkadaşlarından anılar dinliyor. Her şey değişiyor, her şey yitiyor. Anlatıcıları yitirmeden, Hemite’nin meydanında Yaşar Kemal’in çocukluğunu, geçmiş yaşamdan anektotları, içten bir Anadolu insanının tümcelerinden dinlemenin keyfi yaşanıyor burada.

False