Ürkek bir sokak köpeği gibi... (1)
Cerrah olan (‘Dokdok’) dedem anlatırmış galiba, ameliyat sırasında ‘ayağını yere doğru basmanın’ önemini. Doktorun ellerini daha iyi kullanabilmek, gücünü daha iyi dengeleyebilmesi için zahir, ‘ağırlık merkezini’ doğru seçmesi çok önemliymiş. Babam, Murat Dedem’in bu örneğini, bize insanın hayatında evinin ve ailesinin önemini anlatmak için kullanır.
Siyasetin en zor günlerinde, İsmet Paşa’nın sırtını nasıl ailesine dayadığını örnek verir mesela. Fransızlar ‘repos du guerrier’ derler, savaşçının gücünü toplayabilmesi için evinin önemini vurgularken.
Dedelerimde gördüm, babamda yaşadım, hayatın ağırlık merkezinin insanın evi / ailesi olması ne demek, bilirim.
Çeyrek asrı geçti evliliğim, her gün (Nasılsın, diye sorduğumda, her seferinde ‘Akşam olsa da yatsak!’ derdi Temel Dayı) ‘Akşam olsa da evime gitsem’ diye beklerim. Dönüş vaktine doğru içim pırpırlanır. Gazetede bir işe, birine canım sıkılsa, ‘Boş ver be Serdar, akşam evine gidince, karını, oğlunu, kızını görünce hepsini unutursun anasını satayım!’ diye güçlendiririm kendimi.
(Ve, akşam ayakları geri geri giden erkeklere – çoktur, gazetede bile bir iki örneğini bilirim akşam olacak da eve gidecek diye, mesaisini uzattıkça uzatan! – acırım, çok acırım...)
Belki biraz da onun için ev kuşuyumdur, halbuki gazetecinin, hele hele köşe yazarının (bu laftan nefret ediyorum ama yerine ne koyacağız?) bol gezmesi, açılışlara, kokteyllere, resepsiyonlara, galalara gitmesi, haber konusu olacak (ünlü!) insanlarla olması gerekir. Mesela Hıncal Abi’nin mucizelerinden biri budur. İstesem de, Allah biliyor ya, işten çıkınca eve gitmemek gözümde büyüyor her seferinde.
UZAKTAYKEN UZAKTA OLMAMAK
YALNIZKEN YALNIZ OLMAMAK...
Ama, tuhaftır, evimden / ailemden uzaktayken de, evimden / ailemden hiiiiç uzak olmam ben... Anlatmaya çalışacağım.
18-19 yaşında tek başıma gittim yurt dışına okumaya. O zaman cep telefonu, cep mesajı, e-posta, çet met nerede, otomatik telefon bağlantısı yok Fransa ile Türkiye arasında. Mektup bir hafta, on günde geliyor, telefon etmek için postaneye gidip, ödemeli yazdırıp bazen bir, bazen iki saat bekliyorsun. Telefon düşmedi mi? Haftaya artık...
Yine de, ne uzak, ne yalnız hissettim kendimi!
Sonra, bu kez evliydim de üstelik, benzer ama çok daha zor şartlarda Kars’a gittim. Bugün de biraz öyledir ama, yirmi küsur yıl önce resmen sürgün yeriydi Doğu. Büromda manyetolu bir telefonum vardı bu kez, ama şehirlerarası görüşmeler otomatik değildi daha. Kars postanesinde de az telefon beklemedim. Kars üstelik (sonradan aşık oldum ama) bir kenara atılmıştı, soğuktu, ıssızdı, iç karartıcıydı...
Yine de, ne uzak, ne yalnız hissettim kendimi!
Bütün bunları size niye anlattım?
Bulamadım, yoksa kullanacaktım o fotoğrafı...
Bir fotoğraf içimi dağladı geçen gün.
Hani İstanbul’daki kar alarmı sırasında, Belediye evsizleri topladı, yıkadı, traş etti, sağlık kontrolünden geçirdi, giydirdi, doyurdu ve, büyük bir spor salonunda, yatak verdi ya, birkaç geceliğine.
Spor salonunda yanyana dizilmiş demir karyolalarda, battaniyeye sarılmış uyuyan evsizler, kimsesizler daha da kötüsü...
Ve içlerinden biri. Kırmızılı battaniyesine tortop sarılmış, uyuyor...
Ama karyolanın üstünde değil, ALTINDA!
Kimbilir kaç senedir sokaklarda uyuyor, kimbilir kaç senedir bir şiltenin yumuşaklığını unutmuş, bir saçak altına kıvrılmaya alışmış. (Alışır mı acaba insan?)
Yumuşak bir şilteye, yaylı bir karyolaya rağmen, alışkanlıkla yatağın altına sığınmış...
Ürkek bir sokak köpeği gibi...
İnsanlıktan çıkardığımız o insan, o benim kardeşim, tek farkımız... onun akşam gidecek bir evi, bekleyen açık bir kucağı, bir tas sıcak çorbası yok.
‘Bu kadarcık’ bir fark ve aramızdaki bu korkunç uçurum...
Bahtsız, yalnız, yapayalnız kardeşim benim...