Tulum Kaçkarlar’a yaraşır
Tiz nidasıyla dağlara özgü tulum, 34 ülkede çalınan bir enstruman. Ne tek başına sipsi kadar çığırtkan, ne de flüt ya da ney kadar gizemli. Efkardan coşkuya, ağıttan horona her duygunun, insana has her tavrın da sesi, refakatçisi. Rize’nin Pazar ilçesinde geçen ay yapılan Uluslararası Tulum Festivali gösterdi ki; bu çalgı en çok Karadeniz’e yakışır.
Trabzon’dan Hopa’ya uzanan, şimdilerde çok konuşulan Batum’a varmadan önceki sahil şeridinde yılın bu zamanları bir cümbüş yaşanır. Bu mevsim güneşle oyun oynamayı pek seven bulutların da mevsimi. Ergen çocuklar gibi köşe kapmaca oynayan tabiatın bu yerinde duramayan çocukları, uçsuz bucaksız Karadeniz’i de renkten renge boyayan ressamın ta kendisi. Her ışık, her ton; siyaha kaçan griden koyu maviye kadar her renk, büyük bir tuval olan denizin üzerinde durmadan slayt gibi görüntü değiştirir. Kah içine kapanır, bir süre karalar bağlar, kah silkinir, açılır, gülümser gibi, çiçek açar gibi güneşin ısrarlı bekleyişini ödüllendirip Akdeniz olur. Yanılmayın ama, yine de Karadeniz’dir o. Hırçın lakaplı bildiğiniz meşhur Karadeniz!
DOKUZ ÜLKE BULUŞTU
İnsanlar dağların ve denizin arasına yol çekmeseler, ev kurmasalar sanki istediği şey olacakmış gibi çatık kaşlı gördüm yine buraları. Her yerde bir bayram havası varken, doğa en yeni entarisini giymiş caka satarken bile başı diktir. Kucağında insancıkların eğlenmesine, toprağa diz vurup oynamasına ses çıkartmaz da dirayetli bir ata, sopası saklı yaşlı bir öğretmen gibi cellalliyse o gün, siz siz olun üstüne gitmeyin fazla. Tabiatındandır. Belki de o yüzden insan icadı olan dankiyo, hayvan derisinden yapılmış torbadan başka bir şey demek değilse bile çıkardığı sese üşüşen insanlara göz dağı vermekten başka çilesi yoktur bu dumalı dağların. Çiçek açmak istese de yeşilin içine gömer, göstermez sevincini korkumuz geçmesin diye. El pençe divan durmak, Enderun talebesi gibi rahle-i tedrisattan geçmek gerek ona yaranmak için. İnsan bu ama. Nice dağlara, nice diyarlara söz geçiren büyük iradenin küçük neferi. Bak ne yaptı, ne etti, buldu Karadeniz’in sesini. Sonra da tüyleri temizlenmiş oğlak derisine çebiç deyip, delik yerleri kapadıktan sonra ön ayakların birine lülük, birine de nav takarak buldu dağları altetmenin, ona yandaş, kardaş olmanın yolunu. Bir de festival yaptı mı üstüne, uğruna bir de şenlik ateşini yaktı mı denize doğru, ne korkudan ne de ölçülü saygıdan eser kalır. Dağ insana, insan da dağa karışır o zaman. Bu yüzdendir ki başka hiçbir bölge insanı onlar gibi olmaz. Konuşması, zekası, duruşu ve tavrıyla Karadeniz insan olmuş içimize karışmıştır. Hülyası yücelerdeki erimeyen karlar gibi saklı, kalbi yayla gibi ferah, gülüşü konuşması şelale gibi gürül gürüldür.
Gelelim gördüklerimize, yaşadıklarımıza. Tulum ve Müzik Festivali’nin bu yılki buluşması yine uluslararası nitelikteydi. Türkiye dışında 9 ülke (Romanya, Polonya, Sırbistan, Bulgaristan, Macaristan, Gürcistan, Slovakya, Bosna Hersek ve Hırvatistan) şarkılar ve danslarla kutladılar bu dağ bayramını. Hızlı çay içme yarışması yapıldı. İlk akşam kent meydanında büyük bir coşku hakimdi. Pazar halkı kendi aksanları ile şenleniyor, dans ediyor, horon tepiyor. Heryerde közlenmiş mısır kokusu, yerlerde koçanlar var. Melih Cevdet’i hatırlıyorsunuz. Simitçi, kahveci, gazozcu... Şinanay yavrum şinanay..
Pazar ilçesi, Rize ve Fındıklı arasında. Festivalin ev sahibi de belediyesi. Kaymakam ve erkanı her daim tüm gösterileri izliyor, alkış tutuyor, içtenlilke eğleniyor. Oranın en yetkin organizasyonu olan Ajans 53’le konuştuğumuzda tulumun özellikle Pazar ilçesi ve bu ilçenin tarihiyle çok ilişkili olduğunu öğreniyoruz. Festivale merkez olması da ata yadigarı sayılması ve köklü anılarla bu enstrumanı Karadeniz’e bağlaması yüzünden. Ekip bir çok işte görmediğimiz kadar tutkuyla bağlanmış bu projeye. Gelecek yıldan daha da umutlular. Halk memnun, idare memnun.
ZİRVEDE, KARLARIN İÇİNDE
Sonra dağların çağrısına uyuyor ve zaten dik olan yamaçların ötesine; daha da yukarılara çıkmaya karar veriyoruz. İlçenin birkaç kilometre ötesinden sağa sapıyor, Kaçkar Dağları’na ve bilinen meşhur adıyla Ayder Yaylası ve Ilıcalar’a çeviriyoruz rotamızı. İlk kez burayı gören bir arkadaşımız akarsu hizasında yavaş yavaş dağların içine sokulurken kendini tutamıyor, nedensizce ağlamaya başlıyor. “Çakraların açıldı ondandır” diyoruz. Üstelik Çamlıhemşin’e bile varmamışız. Güneş tepede olmasına rağmen serinlik başlıyor. Oksijen öylesine saf ve katıksız ki; başımız dönüyor, gülümsüyoruz. Birkaç yüz metrede bir hayratlardan su içerek, Anzer balı bu mu diye yol kıyısında ara ara gördüğümüz kovanları seyrederek, alabalık üretme çiftliğindeki şok edici havuz manzarasına tanık olarak en tepeye; yaylanın da sonundaki karların erimediği noktaya varıyoruz. Ayaklarımızı tunç kadar sert suya sokup, elimizi yüzümüzü yıkıyor, aynı sudan içerek tepedeki güneşe dağın zirvesinden selam gönderiyoruz. Nehrin içindeki iri kayalara uzanan, erimemiş kar kütlelerinden koparıp çoluğunu çocuğunu eğlendiren ebeveynler var. Yayla cömert yeşil eteklerini insanoğluna hizmet için sermiş, taze ot ve çam kokusuyla da hoşgeldiniz diyor. Zamanı tasarruflu kullanıp Uzungöl’e geçiyoruz. Şık pansiyonlara ve dağ evlerine el sallayarak geldiğimiz yoldan geri dönüyoruz. Kulaklarımda dünden kalan tulum sesleri var. Hiç gitmiyorlar. Acıklı nağmesiyle eşlik ediyor gördüklerimize. Yeşilin her tonu gibi tulumun baskın sesi de dağları kaplıyor, hüzünlü bir fonda herşeyi belirliyor. Of’tan yukarı Uzungöl’e yaklaşırken bile o ses çalmaya, içimde çınlamaya devam ediyor.
100 TL’YE 10 DAKİKA HELİKOPTER TURU
Gölün etrafının düzenlendiğini, bir çeşit yürüyüş parkuru yapıldığını görüyoruz. Eski hali gözümün önünde. Olmamış! Doğanın tasarımı insanınkinden iyi diyorum. Diğer uçta, restoranların olduğu bölümün yanıbaşında 1 Temmuz’dan itibaren diye başlayan müjdeli bir yazı gözüme çarpıyor. 10 dakikalık helikopter turu için 100 TL ödemeniz gerektiğini görüyorsunuz. Helikopter bir iniyor, bir kalkıyor. Bu eşsiz dağları yakından izlemek isteyenler adeta kuyruğa girmiş. Birden karnım acıkıyor. 2 gün boyunca muhlama ve kuymak yediğim için bu kez turşu kavurma istiyorum.
Gölün hemen kıyısında uhrevi bir tablonun içinde çocukluğumda elime alıp uzun uzun seyrettiğim resmin içindeyim. Yıllar sonra, kanlı canlı ve adeta hipnotize olmuşçasına güzel bir duygu bu. Uzungöl bir varlık, bir hayvan gibi yaşayan bir yer. Nefes alıp verdiğini duyuyorsunuz. Ara ara iç çekiyor, sonra birden keyif çatar gibi esniyor, geriniyor, güzellik uykusuna yatıyor. Bir anda dağlardan üzerimize doğru gelen sis bulutunu farkediyorum. Az önce her yer pırıl pırıldı oysa. Güneş kapanıyor, etraf kederleniyor. Göl şimdi ela gözlü mutsuz bir kadın gibi gamlı. Liz Taylor’u anımsıyorum. Ölümlü olduğumuzu. Tulumun acı haykırışı yeniden içimde. Toplanıyor ve yağmura yakalanmadan arkamızda bıraktığımız göle yeniden görüşürüz diyerek geri dönüyoruz. Öğrendiğimize göre çay içme yarışmasını Romanya kazanmış. Türkiye sonuncu olmuş. İronik! Tuluma gelince: O, dünyada sadece Karadeniz’e ait olduğunu biliyor. Burdaki pastoral filmin tek jenerik müziği o.
ROMALILAR AVRUPA’YA TAŞIDA, İSMİ GAYDA OLDU
İskoç gaydasının atası olan gayda-tulum benzeri nefesli sazların Romalılar tarafından Avrupa’ya taşındığı teorisi kabul görmekte. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde “sazende-i dankiyo düdüğü” olarak tanımladığı enstrümanı Trabzon yakınlarındaki halkın icat ettiğini yazar. 1923 Mübadelesine kadar Rumlar tarafından özellikle Maçka ve Kuzey Gümüşhane’de yoğun olarak kullanılmış tulum. Günümüzde tek enstruman olarak kullanıldığı bölge Rize’nin Hemşin ve Çamlıhemşin ilçesi. Başta Pazar ilçesi olmak üzere Çayeli’nden Gürcistan sınırına kadar da Lazların yaşadığı yerlerde gelenkesel olarak çalınmaya devam ediyor.