Suveyre’de kapılar geçmişe açılır, çarşılar okyanus kokar
Geçen ay çıktığım bir haftalık Fas seyahatinin sürprizlere en açık etabı, 70 bin nüfuslu balıkçı şehri Suveyre oldu. Atlas Okyanusu’nun hırçın dalgalarını dizginleyen limanı, Orson Welles’in Othello’sundan, Ridley Scott’un Cennetin Krallığı’na pek çok filme sahne olan tarihi kalesi, çarşısıyla görülmeye değer...
Yunan mitolojisinde Olympos’a saldırdığı için Tanrı Zeus tarafından gök kubbeyi omuzlarında taşımakla cezalandırılan Atlas, Fas coğrafyasında sadece okyanusun değil, Kuzey Afrika çizgisinde sıralanan yüksek dağ silsilesinin de adı. Şubat rüzgarlarıyla coşan hırçın dalgalar, Suveyre’nin uçsuz bucaksız kumsallarında, limanında ehlileşiyor, sokaklarında tatlı bir okyanus esintisi çarpıyor yüzünüze. Beyaz badanalı, mavi panjurlu, ferah ve şık bir restoranda deniz ürünlerinden oluşan mönüyü tadıyoruz önce. Okyanus kokusu sinmiş lezzetler damaklarımızda eriyor. Ardından limana doğru yürüyüşe geçiyoruz. Açıklarda sörf yapanlar, dalgaların üstünde dans eder gibi süzülüyor. Essaouira (Suveyre) Berberice duvar anlamına geliyor. Korunaklı bir körfeze kurulan şehir sörf meraklılarının gözde mekanı; Fas turizminde önemli yere sahip.
BİLGE MARTILAR
Kumsalda bata çıka yaptığımız yürüyüşün ardından, surlarla çevrili tarihi yerleşim Medina’nın kapısında buluyoruz kendimizi. Tarihi bir tersanesi de olan küçük liman, kıç kıça yanaşmış mavi sandallar ve balıkçı tekneleriyle dolu. Balıkçıların ağ örüp av hazırlığı yaptıkları rıhtımda, deniz böcekleri, yılan balıkları, dev yengeçler ve irili ufaklı okyanus balıklarını satmaya çalışan balıkçıların önünden geçip Medina Kapısı’ndan içeri giriyoruz. Görkemli kapının hemen sağında meşhur Balıkçılar Çarşısı uzanıyor. Küçük, bitişik ve rengarenk balıkçı kulübelerinin önündeki su dolu büyük testiler enva-i çeşit okyanus balığı dolu. Turistler kimi canlılık belirtisi gösteren balıkları inceliyor. Kaldırımlarda sergilenen dev yengeçleri mesafeli ve ürkek gözlerle izliyoruz. Dünyanın bir ucunda, bir başka zaman dilimindeyiz sanki. Martı çığlıklarına ve onların kar beyaz rengine kesmiş liman. Şehrin duvarlarında ve rıhtımdaki duruşları bilgece.
UNESCO’NUN DÜNYA MİRASI
Turistler diyorum, çünkü bu meraklı kalabalığın Faslılardan çok dünyanın her tarafından gelen insanlar oldukları her hallerinden belli. Telaş yok hareketlerinde. Devasa taşlardan inşa edilmiş ferah meydanın solunda okyanusun dalgalarından koruma amaçlı, insan boyuna yakın bir set uzanıyor. Aynı setin üzerinde oturan, yatan, ayakta duran insanlar okyanus esintisinde ruhlarını dinlendiriyor. Rıhtımın hemen dibinde başlayan okyanusun sığ suları, biraz ileride büyük taşları yutacak derinliğe ulaşıyor. Önümüzde uzanan manzara, çok eski zamanlarla, geçen yüzyıl mimarisinin uyumla iç içe geçtiği bir egzotizm ve gizemi yansıtıyor. Şehre araç girişi yasak. Bu da dışarıdan gelen gezginlere korkusuzca şehri gezme avantajı sağlıyor. Suveyre, Arapça eski adıyla Mogador veya Mogadore’i 2700 yıl önce Fenikeliler kurmuş. Bölgenin ikinci hakimi Romalılar. Onları 15’inci yüzyılda Portekizliler izlemiş. Pek çok köprü inşa etmişler. Sonra Araplar gelmiş. Bir ara korsanlar hakim olmuş. Bugün Suveyre’ye özgün kimliğini veren binaların çoğu Sultan Muhammed Bin Abdullah tarafından Fransız bir mimara restore ettirilmiş. 1912’de Fransızlar’ın eline geçip tekrar Mogador adını alan şehir, 1956’da bağımsızlığın kazanılmasıyla eski adı Essouire’a dönmüş. Portekizlilerin inşa ettiği, denize kadar inen kale ve surlar sayesinde merkezi UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınan şehirde her haziranda etnik müzik festivali düzenleniyor. 70 bin nüfusun çoğunluğu Müslümanlar, onları Museviler izliyor.
GİZEMLİ MASKLAR
Kasabanın tam ortasında yükselen kule görünümlü yapı, Fas’ın her şehrinde karşımıza çıkan, hepsi birbirinin kopyası, Magrip mimarisi örneği bir cami. Derinliklerine indikçe yüksek duvarları, dar sokaklarıyla büyüyen ve sizi hemen içine alan kasabaya hakim renk, beyaz badanalı, mavi pencereler. Sokaklarda ilerledikçe yapılara hakim rengin, Fas’ın kızıla çalan kiremit tonu olduğunu fark ediyorsunuz. 1952’de Orson Welles’in Othello filminin açılış sahnesinde görünen şehir büyük ilgi çekiyor. Dükkanlardan yükselen Afrika ve Berberi müzikleri eşliğinde şehrin derinliklerine doğru ilerliyoruz. Sanat galerilerini, hediyelik eşya dükkanlarını, butik otele çevrilmiş Berberi evlerini merakla izliyor, fotoğraflıyoruz. Fas’ın en fazla turist çeken şehrinde, Fransız esintili ferah kafelerde dinlenip geleneksel kıyafetli müzisyenlerin, daha önce görmediğimiz enstrümanlarla çaldığı müziği dinliyoruz. Sokak müzisyenleri, fotoğrafı çekilenler bahşiş talep ediyor. Suveyre’nin daha girişinde başlayan rengarenk şallar, ağaçtan oyma maskeler, biblolar, kumaş üzerine ya da tahtaya yapılmış egzotik Afrika manzaralı tablolarla dolu dükkanlar, bir kültür ve sanat şehrinde olduğumuza işaret. 1970’lerde Avrupalı, Amerikalı hippilerin uğrak ya da kaçış yeri olduğu biliniyor. Şimdilerde en büyük kozu, dünyaca ünlü ağaç oymacılığı. Turistlerin hediye tercihinde önceliği irili ufaklı bu oyma eşyalar alıyor. Rehberimiz bizi uzun ince taş duvarlarla çevrili, taş döşeli, dehliz gibi yollardan bir atölyeye götürüyor. Kapısından küçük bir ağaç atölyesi görünümü veren dükkanın içinde bizi sağlı sollu sergilenen ağaçtan oyma, türlü hediyelik eşyalar karşılıyor. O kadar incelikli işlenen bu eşyalar arasında küçük bir zarfa açacağı ya da çerezlikten, dev masklara, satranç tahtası ve taşlarına, gizemli kutulara, ağır masa ve dolaplara neler yok ki. Tabi bir de mis gibi ciğerlerinize dolan o cilalı yonga kokusu.
Atölyenin girişinde bizi karşılayan usta, dünyanın her yerinde satılan o meşhur Afrika masklarını özenle oyuyor. Şehrin derinlerine kadar uzanan bu atölye ve mağazalar mahalleyle iç içe. Hediyelik eşyalara ilgi büyük. Yolda rastladığımız turistlerin hepsinin elleri torba dolu.
Şehri terk ederken yaşadığınız duygu, sizi ta içinizden yakalayan Suveyre’nin köşe bucak keşfi için bir günün kesinlikle yetmeyeceği, bir gün mutlaka dönme isteği...
ZAMANA MEYDAN OKUYAN KALE
Devasa taş bir kemerden geçtiğimizde, dev taş bloklardan inşa edilmiş tarihi kalenin içinde buluyoruz kendimizi. Kafamızı yukarı çevirdiğimizde kalenin burçlarına uzanan kuyruğu görüyoruz. Uçsuz bucaksız okyanusu, gün batımını seyretmek isteyenler sıra bekliyor. Kademeli yükselen kalenin konumu muhteşem. Rehberimiz, Ridley Scott’un Cennetin Krallığı filminin 2005’te burada çekildiğini söylüyor. Haçlı savaşı ve kahramanlıkları konu alan filmin Kudüs sahnelerinde görünen surlar bu kaleden. Fas Kralı’nın film setini ziyaret ettiğini okuyorum sonra. Kalenin iç bölümünde en etkileyici görüntü, surlara sıra sıra dizilen, her an patlamaya hazır gibi duran toplar. Şehri korumak için namlularını denize döndürmüşler. 1700’lü yıllarda İspanyollar tarafından dökülmüş bu toplar. Sinema endüstrisinin çok gelişkin olduğu bir ülke Fas. Avrupa sinemasının gözde film mekanı bu ülkede, yılda 60 film çekildiğini öğreniyoruz. Avrupa sinemasının tarihsel filmlerde Fas’ı seçmesinin bir nedeni; Marakeş, Fez ve Kazablanka gibi şehirlerin eski yerleşim yerlerinin ve tabii ki Suveyre’nin ortaçağdan bu yana mimari dokusunu, yerel yaşamını neredeyse hiç değişmeden koruması.