GeriSeyahat St. Petersburg beyaz kaftanını giyince
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
St. Petersburg beyaz kaftanını giyince

St. Petersburg beyaz kaftanını giyince

Baltık Denizi kıyısında bundan 307 yıl önce kurulan Petersburg, birçok romana konu oldu, birçok ünlüyü barındırdı.

Mehmet YAŞİN
 
I. Petro bu kentle birlikte ülkesinin batılılaşma yolundaki yolculuğunu başlattı. Ne var ki hesaplar tutmadı, bu biblo kentte ayaklanan Bolşevikler, Çarlık rejimini yıkıp yerine Sovyetler Birliği’ni kurdu. 74 yıl sonra Sovyetler dağılınca şehir tekrar eski kimliğine kavuştu. Ocak, şubat aylarında karla kaplanan St.Petersburg’da gündüz sıcaklıkları - 5 dereceyi nadiren aşıyor. Kış aylarında şehre yapacağınız bir kış yolculuğunda, şairlerin, romancıların, bestecilerin ve tarihi değiştiren politikacıların ayak izlerinden yürüyebilir, müzelerinde sanat tarihinde gezintiye çıkabilir, St. Petersburg’un dünyaca ünlü orkestralarını, balelerini
evlerinde izleyebilirsiniz. 

Böylesine güzel bir kenti kurabilmek için, belki de biraz “Deli” olmak gerekirdi. Akıllı bir yönetici, yeni bir kent oluşturmak uğruna hazinenin büyük bir bölümünü harcayıp yüz binlerce kişiyi burada çalıştırır mıydı acaba?

Türkler, Rus Çarı I. Petro’ya bunun için mi “Deli” lakabını uygun görmüşlerdi? Bizim deli dediğimiz Petro’ya, halkı ve bütün Avrupa neden “Büyük Petro” diye hitap etmişlerdi? Konumuz bu soruların yanıtını aramak olmadığı için, St. Petersburg’un öyküsüne geçebiliriz.
Rus Çarı I. Petro, Neva Deltası’nın üstündeki bataklık bölgede yeni bir kent kurulmasını buyurduğunda, takvimler 1703 tarihini gösteriyordu. Çar, kenti şekillendirme görevini, İtalyan mimar Domenico Trezzinye’ye verdi. İnşaatlarda çalıştırılmak için yüz binlerce işçi, zanaatkâr, İsveçli savaş esiri, köle, taş ve tuğla ustası görevlendirildi. İşe bataklığın üstüne milyonlarca kazık çakarak başlandı. Bir süre sonra, bu kazıkların üstünde saraylar, evler, köprüler, caddeler yükselecekti.

Çok eza çekildi ama, sonunda ortaya Baltık’ın “Prensesi” çıktı.
Şehrin caddeleri cetvelle çizilmiş, saraylarla süslenmiş, rıhtımları granitle döşenmiş, mahallelerine Rococo, barok, ve neoklasik tarzda yapılmış binalar sıralanmış, meydanları heykellerle bezenmişti.

Bu kent, solgun ışıklarıyla Çaykovski’ye, Korsakov’a, Mussorgski’ye besteleri için ilham verdi. Gogol bu kentte Müfettiş’i ve Ölü Canları yazdı. Tüm ülkenin şairi Puşkin, kentin en güzel kadını olan karısının onurunu korumak için burada düello yaptı ve öldü. Lolita’nın yazarı Nabakov’un çocukluğu burada geçti. Dostoyevski, Yer Altından Notlar ve Suç ve Ceza’da buradan bahsetti.
Hepsi Petersburg’u çok sevdi. Dostoyevski hariç. Suç ve Ceza’daki kahramanı Svidrigaylov’un ağzından kent için şunları söyledi: “Burası yarı deliler kenti azizim! Yeryüzünde insan ruhları üzerinde Petersburg kadar karanlık, keskin, ve garip etkiler yapan bir başka kente çok az rastlanır.”

Puşkin ise Dostoyevski’nin aksine Petersburg’u nazlı bir kadın gibi seviyordu. Ünlü şair uzaklardayken özlemiyle kahrolduğu kente olan aşkını şu dizelerde anlattı: “Ey kent hayranım sana/ Petro’nun şaheseri seni seviyorum/ Yapıların uyumuyla ırmağın akışını/ granit taşından rıhtımlarını/ dövme demirden parmaklıkları/ aysız ama aydınlık gecelerinde gördüğüm düşleri/ gece lambamı yakmadan okuyup yazdığım odamı/ ve penceremden görülen ıssız sokaklarla Amirallik Binası’nın altın okunu seviyorum.”

İLİKLERİ DONDURAN AYAZ

Aralık sonunda, Petersburg’a vardığımda hava buz gibiydi. Kar atıştırıyor, kanalları yalayıp gelen ayaz, iliklerimi donduruyordu adeta. Kış aylarında hep böyle soğuktu kent. İnsanlar kürklü şapkalarını giymeden, kalın paltolarına sarınmadan sokağa çıkamıyordu. Ayaz, 300 yıldan fazla bir süreden beri Petersburgluları donduruyordu. Ayazın dondurduğu insanlardan biri de Gogol’dü. Ünlü yazar, kente ilk gelişinde tüm hücrelerine işleyen soğuğu “Palto” adlı öyküsünde şöyle anlatmıştı: “Petersburg’da yılda eline aşağı yukarı 400 yüz ruble geçenlerin amansız bir düşmanı vardır. Vücuda çok yaradığı söylenmesine karşın bu düşman, bizim kuzey ayazımızdır. Bu ayaz, sabahleyin saat dokuzda, sokakların bakanlıklara gidenlerle dolu olduğu bir sırada, kimseyi gözetmeden, herkesin burnuna öyle güçlü, öyle kavurucu fiskeler vurur ki, zavallı memurlar, burunlarını nereye sokacaklarını şaşırır.”

DEVRİMİN KALESİ

Dondurucu ayaza rağmen gezmem lazımdı. Baltık’ın nazlı prensesini tanımak için sadece iki günüm vardı. Kentle ilgili öylesine çok şey okumuştum ki, nereden başlayacağım konusunda kararsızdım.
Sonunda herkesin yaptığı gibi yaptım. Kışlık Saray’ın önündeki caddede, Neva Nehri’nin kıyısında yürüdüm. Nehrin suları yer yer ince buz tabakası ile kaplanmıştı. Bu soğuk sular, Nâzım Hikmet’in ezberlediğim ilk şiirini aklıma düşürdü:
“Neva Nehri’nde buzlar kızarırken/ onlar çocuklar gibi iştahlı/ rüzgâr gibi cesur/ Kışlık Saray’a gidecekler/ ve demir, kömür ve şeker/ ve kırmızı bakır/ ve mensucat/ ve sevda ve zulüm ve hayat/ ve bilcümle sanayi kollarının/ ve küçük ve büyük/ ve Beyaz Rusya ve Kafkasya ve Sibirya ve Türki stan/ ve kederli Volga boylarının/ ve şehirlerin bahtı/ bir şafak vakti değişmiş olacak/ Bir şafak vakti karanlığın kenarından/ karlı çizmelerini onlar/ mermer merdivenlere bastığı zaman...” Şiir, tüm satırlarıyla karşımda duruyordu. Neva Nehri, buzlu sular, Kışlık Saray, mermer merdivenler...

Şiiri okuduktan sonra köprüyü geçip, soğuk esen rüzgâra karşı yürüdüm. Petropavlovsk Kalesi’ne gidiyordum. Sovyet devrimi sırasında stratejik bir rol oynayan kalede, Çarlık döneminde “devlet düşmanları” karanlık zindanlarda misafir edilmişti. Kimdi bu düşmanlar: Lenin’in ağabeyi Aleksandr Ulyanov, Maksim Gorki, Kropotkin, Troçki, Parvus... 1917 Ekim Devrimi’nde ise bu sefer Bolşevikler, Çar’ın adamlarını aynı zindanlara atmıştı. Bolşevikler devrim süresince burada üslenmiş, kışlık sarayı buradan bombalamıştı.
Kale duvarlarının arasında, paslanmış toplara yaslanarak devrimi düşündüm. Çarlık Rusyası’nın Komünist Rusya’ya dönüşmesinde önemli rol oynayan bu mekândan çok etkilenmiştim.
Aslında 300 yıllık geçmişle ilgili bir bilginiz yoksa, Petersburg size “güzel bir şehir” nitelemesinden başka bir şey ifade etmezdi. Ama geçmişini biliyorsanız, her adımda bir durup uzun uzun düşünmeniz gerekirdi. Örneğin Puşkin’in yaşamıyla ilgili bilgi noksanınız varsa, Nevski Caddesi üstündeki “Literatur Noe” kahvesinde içki içmek ve yemek yemek sizi pek etkilemezdi. Ama Petersburg”un en güzel kadınıyla evli olan Puşkin’in, eşine kur yapan Fransız subayını burada düelloya davet ettiğini biliyorsanız, mekânın değeri gözünüzde bir başka boyuta geçiverirdi hemen. Puşkin’in bu salonu terk ettikten sonra, Moyka Kanalı’nın kenarına gittiği, oradaki köprü üstünde rakibi ile düelloya girdiği ve 38 yaşında öldüğü gözünüzün önünden film şeridi gibi akıp giderdi. İşte o an, piyanonun eşliğinde şarkı söyleyen şarkıcının sesi, sizi sarmalar ve geçmişe götürürdü.

Her binanın önünde, bugünle geçmiş arasında gide gele yürüyordum. Vücudum artık hissizleşmiş, soğuğu hissetmiyordu. Dört ucu bronzdan heykellerle süslü Aniçkov Köprüsü’nden geçtim. Dikkatimi sadece binalar değil, ayaza rağmen minicik etekleriyle yürüyen güzel kızlar da çekiyordu. Petersburg’un binaları kadar kadınları da çok güzeldi.

YASAK AŞKLAR SARAYI

Aniçkov Sarayı’nın önüne geldiğimde ilk gözüme çarpan, yaşlı, şişman çöpçü kadınlar oldu. Sanki devrimden beri orayı süpürüyorlardı. Bu sarayı İmparatoriçe Elizabeth, gizli sevgilisi için yaptırmıştı. Sonra ünlü Katerina, sarayı kendi sevgilisi Grigori Potemkin’e armağan etmişti. Yani burası “Yasak Aşklar Sarayıydı”.
Nereye gidersem gideyim, dönüp dolaşıp kenti boydan boya yarıp geçen Nevski Bulvarı’na çıkıyordum. Bir zamanlar kanlı çarpışmaların yaşandığı bu caddede, şimdi lüks malların satıldığı mağazalar yer alıyordu.

Kent her adımda beni daha sıkı sarmalıyor, kollarıyla içine doğru çekiyordu. Adı bana en sevdiğim et yemeğini hatırlatan Stragonov Sarayı, Gosting Dvar mağazasının sütunlu galerileri, Kazan Kilisesi’nin kararmış dev sütunları, Lenin’in
karargâhı Smolnıy Enstitüsü, II. Aleksandr’ın suikast sonucu öldürüldüğü yere dikilen Yeniden Diriliş Katedrali ve tüm diğer binalar...
Tüm bu yapıların duvarlarının arkasında nice anıların gizlendiğini bilseydiniz, Petersburg’un bir kent değil de, bir anılar müzesi olduğu hissine kapılırdınız.
Petersburg’u anlatmak zordur.
Onu anlamak için, onunla kucaklaşmanız gerekir.

HERMİTAJ

Gezmekle bitmeyen müze

Petersburg’a gidince, dünyanın en büyük ve zengin müzelerinden Hermitaj’ı gezmeden dönmek olmaz. Kışlık saraydaki bu müze, öyle birkaç saatte gezip görülecek cinsten değil. Ona birkaç gün ayırmak gerekir.
Beş binadan oluşan müzede, 3 milyon eser sergileniyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından ağır bombardımana uğrayan kent büyük oranda yıkılırken, müzedeki kıymetli eserler trenle Sibirya’ya taşındı. Heykeller ise toprak altına gömüldü. 1057 oda 400 salondan oluşan müzede tarih öncesi Rus eserleri, eski Mısır, eski Yunan ve Roma heykelleri, Avrupalı sanatçıların eserleri, dünyanın en ünlü ressamlarının tabloları sergileniyor. Kısıtlı bir zaman diliminde bunca eseri görmenin olanağı yok. Onun için bir müze planı alıp önceliklerinizi belirlemeniz gerekiyor. Müzenin pazartesi günleri kapalı olduğunu aman unutmayın.

RASPUTİN’İN FANTEZİLERİ

Eğer cepheleri yenilenip, pembeye, fıstıkyeşiline, vişneçürüğüne, açık sarıya, maviye boyanan sarayların geçmişini bilmiyorsanız, onların önünden bir acele geçip gidebilirdiniz. Ama o saraylarda yaşananlar hakkında bilginiz varsa, ayaza aldırmadan bu yapıları uzun uzun incelerdiniz. Tıpkı benim yaptığım gibi. Örneğin, mavi kontürlü ve sarı boyalı Yusupov Sarayı’nın önünden geçerken, o zamanlar çılgın seks partilerinin kahramanı, aristokrasinin fantezi yaratıcısı, büyücü, medyum, papaz Rasputin’i düşünmeden edemezdiniz. Rasputin’i düşününce de, soyluların yöneticilerin bu kentte bütün sınırları aştığı, şehvetten sarhoş olduğu, seks için her türlü çılgınlığı yaptığı tüm bunların yoksulların tüm hiddetini kamçıladığı ve Sovyet Devrimi’nin bu nedenle bu kentte başladığı aklınıza geliverirdi.
 

False