GeriSeyahat Sinan’ı oluşturan gerçek unsurlar
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Sinan’ı oluşturan gerçek unsurlar

Sinan’ı oluşturan gerçek unsurlar

Daha yaşarken kendi efsanesine sahipti Mimar Sinan. Yüzlerce anıtsal yapı, yüz yıla yakın bir hayat, imparatorluğun zirve döneminde geçen bir ömür.Bugüne kadar hep bu efsanevi yönleriyle ele alınan Sinan’a farklı bir yaklaşım getiriyor sanat ve mimarlık tarihçisi Gülru Necipoğlu ‘Sinan Çağı’ isimli kitabında. Necipoğlu’yla gerçek Sinan’ı oluşturan unsurları konuştuk.

Sinan Çağı şimdiye kadar yayımlanmış yerli, yabancı birçok önemli Mimar Sinan incelemelerinden hangi şekilde ayrılıyor?
- Aslında başlık kitabın farklı yaklaşımını dile getiriyor: Sinan Çağı – Osmanlı İmparatorluğu’nda Mimarî Kültür. Yani sadece Sinan’ı değil, Sinan çağındaki gelişmeler bağlamında imparatorluğun mimarlık kültürünü ele alıyorum. Osmanlı mimarî kültürü Sinan’ın da içinde yer aldığı, hem Sinan’ı biçimlendiren hem de onun bizzat biçimlendirdiği engin bir kültür alanı. Sinan’ın eserlerini bu çerçeve içinde değerlendiriyorum; tabii görsel ve biçimsel yönlerini eşit derecede vurgulayarak. Ben imparatorluğun toplumsal, siyasal, dinsel, düşünsel, ekonomik ve estetik bağlamları içinde Sinan’ın hem kendi mimarlık pratiğini yorumlamayı hem de eserlerine yeni okumalar getirmeyi amaçladım. Şunu belirtmekte fayda var: Şimdiye kadar yayımlanan bütün o kitapların oluşturduğu birikim sayesinde yazılmış bir kitap bu. Onların kurduğu sağlam temeller ve bilgi birikimi olmasaydı, kitapta cevaplandırmayı hedeflediğim soruları sormam güç olurdu.
Peki, mimarî kültürün kitapta altını çizdiğiniz Sinan’ın yaratıcılığına veya Sinan’ın yaratıcılığı kendi dönemi ve sonrasına nasıl etki etti?
- Sinan’ın yaratıcılığı, yaşadığı toplumdan hiç etkilenmedi denemez elbette. Bunu kitapta ‘âdâp kodları’ olarak tanımladığım kuralların onun yaratıcılığını ne şekilde yönlendirdiğine baktığımız zaman görüyoruz. Sinan aynı zamanda yenilikçi mimarlık pratikleri uygulayarak o kodların değişmesine de vesile oldu. Hem etkilendi hem de etkiledi. Nitekim Sinan’ın yarım asırlık mimarbaşılığından sonra, gerek bizzat kendi inşa ettiği gerekse sadece tasarımını yaptığı yüzlerce yapı, imparatorluk coğrafyasında görsel kültürü ciddi bir biçimde değişime uğratmıştı. Sadece görsel kültür değil, yapıların getirdiği kurumsal değişiklikler de var. Örneğin Süleymaniye külliyesi, İstanbul siluetine yepyeni bir anıtsal vurgu kazandırmanın yanı sıra, medreseler, tıp okulu,
hastane, tabhane ve imaret gibi kurumlar ve gelir getiren vakıf yapılarıyla şehirlilerin yaşantı dinamiklerini dönüştürdü.

Sinan’ı oluşturan gerçek unsurlar
Anıtsal yapılarındaki yenilikçi üslupları, bu ‘Âdâp Kodları’nın dışına çıkmadan gerçekleştiriyor yani...
- Geleneksel toplumlarda, âdâp kodları daha baskındır. Sinan, kendinden önce gelişmiş olan Osmanlı mimarlık dilini tamamen değiştirme yoluna gitmiyor. O, miras aldığı mimarlık dilini geliştirip daha sofistike bir hale getiriyor. Mesela çok yeri gezmiş, Kanuni ile birçok sefere gitmiş; İran’ı, Mısır’ı, Suriye’yi, Balkanlar’ı ve Almanya’yı görmüş, hatta Güney İtalya’ya bile gittiği düşünülüyor. Ama bu yerlerde gördükleri yeni formları eserlerinde kullanmamış. Onlardan kendine birtakım fikirler aldıysa da Osmanlı mimari diline tercüme etmiş. Sinan önceden oluşmuş bu mimarlık diline müthiş bir kıvraklık katarak, birtakım varyasyonlarla yaratıcılığını sergiliyor. Proporsiyonlara görülmedik bir olgunluk ve yapılara yeni bir süs anlayışı getiriyor. İznik çinileri onun döneminde önem kazanıyor. Âdâp kodları onun eserlerinin her yönüne sinmiş, boyutları, konumları, dış çevreyle ilişkileri, içlerindeki bezeme ve kitabe programları gibi. Yapılar banilerin toplumsal statüleri ve yapıların imparatorluk coğrafyasındaki konumlarına münasip olarak tasarlanıyor.
Banilerin etkisi ne peki bunda?
- Sinan’ın eserlerini hamileriyle kendisi arasındaki müzakere sürecinin birer ürünü olarak yorumluyorum. Ona anıtsal yapıtlar ısmarlayan baniler o dönemin en zengin ve yüksek statülü kişileriydi. Buna şaşmamak gerekir, çünkü mimari her zaman çok pahalı bir tüketim sanayii olagelmiş. Kadın ve erkek banilerin toplumsal konum farklılıkları Sinan’ın eserlerinde görsel ifadesini buluyor. Sinan, sanki banilerin birer mimari portresini yapıyor. Kitabımda baniler üzerinden bir dönem anlatısı sundum; bu açıdan Osmanlı seçkinlerine yönelik bir portre çalışması kurguladığım söylenebilir.
Âdâp normları içinde banilerin konumu kadar coğrafi konum da var. Yani, bir semtin kaderi var işin içinde.
- Tamamen öyle. Yerine uygun inşa etmek, anlayışı oldukça hâkim. Sinan eserlerini bir şehirci gibi planlıyor. ‘Sinan’ın İstanbul’u’ başlıklı bir bölüm var kitapta. Fatih ve II. Bayezid zamanında temelleri atılmış bir şehirdi Osmanlı İstanbul’u. Fakat şu da bir gerçek ki, Sinan zamanında şehirde olağanüstü bir inşaat patlaması var. İstanbul adeta bir şantiye alanına dönüyor ve neredeyse bütün boş yerler yeni yapılarla doluyor. Suriçi, Galata, Üsküdar ve Boğaziçi sahillerine doğru uzanan şehirde önemli bir nüfus artışı da gözlemleniyor. Başkent özeline baktığımızda, en önemli anıtsal yapılar ve hanedan türbeleri Suriçi’nde odaklanıyor. Âdâp kodlarına göre, buradaki tepelere sadece padişahların görkemli cami külliyeleri yapılıyor. Sahil boyundaki ve semt içlerindeki camiler ise farklı konumlardaki banilere ait. Sinan bu yapılara kubbe boyutlarından tutun da minare ve şerefe sayılarına kadar birtakım âdâp kodları uyguluyor. Dört minareli camiler sadece padişahlara özgü ve bundan fazla sayıda minare yapmıyor asla. Hanım sultan ve şehzadelerin camilerinin en çok iki minareli olmasına dikkat ediyor, Rüstem Paşa ve Sokollu gibi kudretli sadrazamlara bile tek şerefeli tek minareli camiler inşa ediyor. Bu statü hiyerarşisine ilaveten, bir de yapının bulunduğu yerin coğrafi konumuna göre planlanması gerekiyor. Yani başkent İstanbul ile ‘taşra’ olarak tanımlanan eyalet merkezleri arasında keskin bir mimarî hiyerarşisi de Sinan döneminde özellikle yürürlüğe giriyor.
Tuhaf bir şekilde bugünün tam tersi!
- Gerçekten öyle. Bugün, Boğaz tepelerine de tıpkı Suriçi’ndeki gibi camiler yerleştirme yarışı var. En yüksek yere kondurma isteği deyim yerindeyse. Süratle Boğaz’ın hem doğal manzaralarına hem de şehrin Sinan çağında doruğuna ulaşmış, dünyaca meşhur siluetine müdahale ediliyor. Yeterli cemaati olmayan tepelere de cami yapma eğilimi revaçta; bunlar adeta birer sembol gibi tasarlanıyor. Osmanlı döneminde Boğaz tepelerine değil, sadece sahillerine küçük boyutlu şirin, genellikle de kubbesiz, kırma çatılı camiler inşa ediliyordu âdâp kuralları uyarınca. Oysa son yıllarda bu gelenek yıkılarak, Suriçi’ne özgü siluet Boğaza doğru yayılmaya başladı. Bu kontrolsüz ve bilinçsiz bir şehirciliğin göstergesi. İstanbul’un tüm semtlerindense sadece ‘tarihi yarımada’ koruma altına alınıyor. Oysa şehrin tümü korunması gereken eşsiz bir tabiat harikası.
Evel Allah ataları da geçeceğiz, mottosuyla Çamlıca’ya yapılacak cami ilan ediliyor veya Haliç’ten yeni köprü geçiriliyor, sahillere gökdelenler dikiliyor...
- Kitapta sürekli karşımıza çıkan ‘âdâp’ kavramı açısından bakıldığında Sinan asla böyle bir yarışa girişmemişti. Bugün kendi damgamızı vuracağız bu şehre tavrının önüne hiçbir şey geçemiyor. Bilirkişilerin tüm uyarmaları ve imza kampanyaları boşuna. Süleymaniye’nin önüne daha alçak bir köprü yapılabileceği söylendiği halde inşaat derhal durdurulup daha zarif ve âdâba uygun bir köprü yapımı için yarışma açılma yolu denenmiyor. Çamlıca’ya yapılacak cami projesinde de aynı inatçı tutum göze çarpıyor. Sinan döneminin aksine, uzmanlara danışmadan veriliyor bu tür kararlar; dolayısıyla mimarlık kültürü ve şehircilik giderek bir toplumsal gerilim ve çatışma alanına dönüşmekte.
Ne yapılması gerekiyor, sizce?
- Ben bir politikacı değil, eğitimciyim. Fikrimce, mimarlık ve sanat tarihinin Türkiye’de çocukluktan itibaren okutulması elzem. Görsel estetik bilincinin ve inceliğinin çocuk denecek yaştan oluşturulması gerekiyor. İlkokul ve ortaokul eğitimimizde sanat ve mimarlık tarihi derslerinin konulması gerektiğine inanıyorum ve bunun büyük bir eksiklik olduğuna kaniyim. İtalya’da uzun süre çalıştım ve orada tanık olduğumdan hareketle söyleyebilirim ki, insanlar yaşadıkları şehri, binalarını ve mimarlarını yakinen tanıyorlar. Çocuğu da yaşlısı da böyle. Türkiye’deki eğitim sisteminin eksikliğinin sonucu olarak çeşitli uygunsuz uygulamalara karşı çıkanlar az. Sinan çağında mimarlık kültürü ve âdâbının bugünkünden daha ileri bir seviyede olduğu muhakkak.
Sinan’ın kimliğine dönersek, hiçbir eserine imza atmayacak kadar ‘anonim’, ama yaşarken hayatını Sai Mustafa Çelebi’ye bizzat yazdıracak kadar da bazı şeylerin farkında. Yaşarken bir ‘mit’e dönüşmüş hatta...
- Büyük sanatçılar ve dehalar için benzer mitler geliştirilir her zaman. Bu kadar çok sayıda yapı yapıldığından çevre kısa zamanda o derece değişiyor ki, bu olguya tanık olanlar Sinan folklorunu oluşturuyorlar. Hatta halk bir yapıdan diğerine Sinan’ın uçarak gittiğine bile inanmaya başlıyor. Modern öncesi dünyada, mimarları mitolojik boyutta değerlendirmek çok yaygın, Sinan da böyle olağanüstü bir mimar olarak algılanageliyor. Hem kendi çağında hem de sonraları...

False