Son Güncelleme:
PETERSBURG 300 yıllık görkem
Petro, 1703 yılında, Neva Deltası'nın üzerinde, St. Petersburg adıyla yeni bir başkent kurdu. Tamamen Avrupa mimarisiyle. Bu kentte yaşayan Dostoyevski, Yeraltından Notlar romanında St. Petersburg'u dünyanın en yapay kenti olarak anlatır. Petro, tüm ülkeyi Batılılaştırmayı istemişti. Onlar gibi giyinmek, onlar gibi yaşamak, onlar gibi eğitilmek, onların takvimini kullanmak, onların dilini öğrenmek... Biblo kent St. Petersburg bu ay 300'üncü yılını kutluyor. Kentin öyküsünü ATLAS'ın son sayısında Nedim Gürsel yazdı. Bu yazının özetini bu hafta sizlere sunacağım.St. Petersburg, kuruluşunun üç yüzüncü yılını kutlamaya hazırlanıyor. Bir zamanlar soyluların yaşadığı, Sovyet döneminde el konulan, günümüzdeyse plansız programsız özelleştirilen sarayların cepheleri yenileniyor. Sarı, pembe, fıstık yeşili ve vişneçürüğü renkler revaçta. Ve Nevski Bulvarı'nın vitrinlerini dolduran, Fransız konyağından havyara, İskoç viskisinden kristal sofra takımlarına lüks tüketim maddeleri. Ama kimin için? Bir avuç azınlık ya da mafya babaları için elbet, metro çıkışlarında, pazar yerlerinde, otobüs ve tramvay duraklarında iki üç portakal, eski madalyalar, Kızıl Ordu şapkaları ya da soğukta büzülüp küçülmüş bir adet patlıcan satarak geçimini sağlamaya çalışanlar için değil. Bu kez hem çarlık dönemindeki kadar şık, şen şakrak, hem de alabildiğine yoksul ve kederli göründü bana bu kent.Evet, yirmi yıl sonra yeniden St. Petersburg'dayım. O zamandan bu yana görünürde pek çok şey değişmiş. Vitrinler, özellikle de o nefis ‘art nouveau’ dekoru içindeki Eliseev'in vitrinleri Paris'te bile bulamayacağınız pahalı mezelerle dolmuş. Nevski Bulvarı, Sovyet döneminde olduğu gibi bugün de kentin atar damarı, en canlı, en kalabalık alışveriş merkezi. Yeşil-beyaz cephesiyle ilk bakışta dikkati çeken ve adını en sevdiğim et yemeklerinden birine veren Straganov'un sarayı, iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık Gostiny Dvor mağazasının galerileri, Sadovaya Sokağı'nın köşesinden başlayan alt geçitte karaborsacılarla kimsesiz çocuklar, solda az ötede Kazan Kilisesi'nin isli sütunlarıyla kentin en albenili yapılarından Alexandra Tiyatrosu ve ışıklar, ışıklar. KUZEY AYAZIYalnızca rock müzik çalınan şık kahvelerin, rublenin ‘convertible’ oluşundan bu yana her yerde mantar gibi biten döviz bürolarının, bankalarla kumar salonlarının, piroşki değil ama pizza yiyebileceğiniz lokantaların, her türlü malın satıldığı, ama ateş pahasına satıldığı büyük mağazaların, elbette Hollywood yapımı filmler gösteren sinemaların karşılıklı sıralandığı bulvar, Neva'ya doğru kentin güneyini neredeyse tam ortadan ikiye bölüyor. Adını, Petro'nun 1712'de yaptırdığı ‘Muzaffer Novgorod Prensi Aleksandr Nevski’ manastırından alan Prospekt Nevski, tam dört kilometre uzunluğunda. Altın kaplama sivri kulesi, eski Yunan tapınaklarını andıran beyaz sütunların çevresine dizilmiş heykelleri ve göğü delen okuyla kentin simgesi sayılan Amirallik Binası'dan, at heykelleriyle süslü Aniçkov Köprüsü'ne dek eski kentin, oradan Nevski Manastırı'na kadar da yeni kentin, yani Sovyet döneminin mimari özelliklerini taşıyor. Bu kez yazınsal çağrışımların peşinde değilim ama, Ukrayna düzlüklerine, rüzgárda salınan buğday başaklarıyla mavi gökyüzüne, Dinyeper Irmağı'nın ılıman iklimine aşina Gogol'ün, St. Petersburg'a ilk gelişinde yaşadığı şoku anlatan ‘Palto’ öyküsündeki şu satırları anmadan da geçemeyeceğim: ‘Petersburg'da yılda eline aşağı yukarı dört yüz ruble geçen insanların amansız bir düşmanı vardır. Vücuda çok yaradığı söylenmesine karşın bu düşman, bizim kuzey ayazımızdır. Bu ayaz, sabahleyin saat dokuzda, sokakların bakanlıklara gidenlerle dolu olduğu bir sırada, kimseyi gözetmeden, herkesin burnuna öyle güçlü, öyle kavurucu fiskeler vurur ki, zavallı memurlar, burunlarını nereye sokacaklarını şaşırırlar.’METRODAN MANZARALARBu kenti sevmeyen, ‘Rusya'nın Moskova'ya gereksinimi var, St. Petersburg'unsa Rusya'ya’ dedikten sonra ülkesini terk edip Avrupa'ya giden Gogol'den bu yana, St. Petersburg'da pek çok şey değişmiş ama, insanın iliğine işleyen rutubet ve soğuk hiç değişmemiş. St. Petersburg metrosu kent halkının gerçek fizyonomisini yansıtan bir laboratuvar gibi. Kimi yerde, Neva'nın altından geçerken, tünelin derinliği yüz elli metreyi buluyormuş, öyle okudum kent rehberinde. Yürüyen merdivenle inerken ters yönde çıkan yorgun bedenler, asık suratlar, fotoğraf çektiğinizde yasak işareti yapan ‘görev bilinciyle eğitilmiş’ vatandaşlar görüyorsunuz. Neyse ki aralarında sırım gibi delikanlılar, aşırı makyajlı ve bakımlı, güzel, çok güzel genç kızlar da var. Sonra, başlarında kalpak ya da şapka, Prospekt Nevski'de arz-ı endám eder gibi merdivenin korkuluğuna yaslanan askerler. Çoğu bahriyeli ve hemen tümü güleryüzlü. Geçen gelişimde metroya bir kez olsun binemediğim için hayıflanıyorum. Gıcırtılı tramvaylarla hantal otobüslere de binmemiştim. Şoför, kimi zaman geç kalıyor, ama mutlaka gelip bizi ya otelden ya da bir müze veya tiyatrodan alıyordu. Bir keresinde, yine geç kaldığı için onu bir güzel azarlamıştı Natalya. Ben araya girmeye çalışınca da, bu işe karışmamamı, çünkü şoförün resmi arabayla taksicilik yaptığı için geciktiğini söylemişti. Sahi, belki tek tük özel arabalar vardı da, taksi yoktu o yıllarda. Şimdiki gibi içerisini göstermeyen karanlık camlarla kaplı Mercedes ve BMW'lerse hiç yoktu. Buna karşılık Astorya ya da Evropeskaya otellerinin önünde bekleyen, buz tutmuş rıhtımlar boyunca Amirallik Binası'na ya da Kışlık Saray'a doğru kelle götürürcesine uçan siyah limuzinler görebilirdiniz. ‘Otomobil uçar gider’ şarkısı da o dönemden kalmış olmalı. Oysa rejimin ‘medar-ı iftiharı’ toplu taşıma araçlarıyla Karadeniz'den gelip Marmara'ya süzülen, Boğaz tepelerinden seyrettiğimiz, bacaları orak çekiçli beyaz yolcu gemileriydi.YORGUN YÜZLÜ ŞAİRGüneş parkın tam ortasındaki Puşkin heykeline vuruyor, tunç mantosu içinde her zamanki gibi dik ve mağrur duran şairin yorgun yüz çizgilerini aydınlatıyor. Az sonra bir sokak ötede, Moika rıhtımında düelloya gidecekmiş gibi endişeliydi. Eliyle belli belirsiz bir yeri işaret ediyor, belki de yol göstermek istiyordu Rus halkına. Geçen gelişimde Evropeskaya Oteli’ndeki odamın balkonundan da görebiliyordum aynı heykeli. Yine böyle zarif, biraz endişeliydi. Onun bu ülkede tüm çarlardan, Petro ve Lenin'den bile daha çok sevildiğini, şiirlerini herkesin ezbere bildiğini, Rus halkının yaşamında vazgeçilmez, abartmadan söylüyorum erişilmez bir yeri olduğunu düşünmüştüm. Moskova'ya dönüşte, Puşkin alanında Tanya'yı beklerken, başta sürgünde ölen Nazım Hikmet olmak üzere bu halkın acılarıyla hayallerini paylaşmış tüm şairlerin alınyazısı düşmüştü aklıma. Ve sonradan ‘Puşkin Alanı’ adlı öyküme girecek sözcükleri mırıldanmıştım:‘Şair yok artık. Yaşam tükendi. Lermontov'un Puşkin'in ölüm haberini alınca yazdığı şiirin ilk dizeleri çakıyor belleğimde. Bu şiir yüzünden Kafkasya'ya sürüldüğünü okumuştum Lermontov'un. Onun da düelloda öldürüldüğünü, Gumilov'un Bolşevikler tarafından kurşuna dizildiğini, Aleksandr Blok'un iç savaş sırasında Petrograd'da yoksulluktan öldüğünü, Yesenin'in Astorya Oteli'nde kendini astığını, onun intiharını kınayan Mayakovski'nin de intihar ettiğini, Mandelstam'ın Vladivostok'tan geri dönmediğini okuduğum gibi.’ATLAS'TA BU AYGeçen ay 10 yaşına basan Atlas Dergisi, bilinmedik coğrafyaları keşfetmeye ilk günkü heyecanı ve titizliği ile devam ediyor. Türkiye'nin en çok satan ve en güzel dergisinin mayıs sayısı da birbirinden ilginç konularla dolu.