Son Güncelleme:
Pazarlarında bahar satılan Akdeniz şehri
Oran, Akdeniz’in güneyinde, 680 bin nüfuslu bir liman kenti. Cezayir sahil şeridinin tam ortasında. Rai türü müziğin anavatanı. Raşit Taha, Çeb Halid, Çeb Hasni gibi uluslararası şöhretler yetiştiren şehir son yıllarda hızla büyüyor. İspanyol, Osmanlı ve Fransız izleri yavaş yavaş siliniyor. 30 yıl sonra ikinci kez Cezayir’e giden Nedim Gürsel, Oran’a da uğradı. Nobelli yazar, Albert Camus’nün “Yazın kavrulur, sonbaharda çamura bulanır. En güzel günleri kışla gelir” dediği şehrin bugününü gözlemledi.
Oran, Cezayir’in ikinci büyük yerleşim merkezi, bir liman ama denizle ilişkisi neredeyse yok gibi. Sarp yamaçlı, kayalık bir tepenin kuytusunda, kıyı boyunca uzayan falezlerin üzerine kurulmuş. Albert Camus’nün Veba’da yazdığı gibi “çirkin ve sıradan,” üstelik karaya dönmüş yüzünü, balıkçı tekneleriyle limanda demirli gemileri sanki unutmuş. Cezayir kökenli ve Nobel ödüllü yazar kendisini üne kavuşturan Veba’da adını vermemekle birlikte Oran olduğu ilk cümleden anlaşılan bu kentte dört mevsimi şöyle betimler: “Güvercinsiz, ağaçsız ve parksızdır bu kent. Ne kanat hışırtılarım ne de yaprakların fısıltısını duyabilirsiniz. Mevsimlerin değiştiği ancak gökyüzünden anlaşılır. İlk yazın gelişi havanın ılıklığından ve varoşlardan toplanıp sepet içinde satılan çiçeklerden bellidir, bahar pazar yerlerinde satılır bu kentte. Yazın, güneş evleri yakar kavurur ve gri bir kül izi bırakır duvarlarda; ancak kapalı kepenkler ardında yaşamak mümkündür. Sonbahar ise, tam aksine, bir çamur fırtınasıdır. Güzel günler kışla birlikte gelir.”
FRANSIZ MAHALLESİ YAZGISINA TERK EDİLMİŞ
Camus’nün, II. Dünya Savaşı günlerinde yazdığı Veba’da anlatılan Oran neredeyse tümüyle bir Fransız kentidir. O zamandan bu yana çok şey değişti elbette, köprülerin altından çok su aktı. Cezayir, Fransa’ya karşı yürüttüğü ve diğer sömürge ülkelere de örnek olan kurtuluş savaşından sonra bağımsızlığına kavuştu. Ne var ki, giderek bir baskı rejimine dönüşen tek parti yönetimi ülkenin ne kalkınmasını sağlayabildi ne de dünyayla bütünleşmesini. Cezayir henüz hazmedemediği, görünüşten öteye geçemeyen yüzeysel demokrasisiyle ve yarım yüzyıla yaklaşan baskı rejimi yüzünden köktenci İslam’a yenik düşmek üzereyken toparlanmaya çalıştı. Oran’da bu toparlanma çabasının izlerini görmek mümkün ama, kent tıpkı Camus’nün romandaki gibi dışarıya açılımını ıskalamış, kendi içine kapalı bir görünüm sergiliyor. Veba’nın değilse bile yoksulluk ve yolsuzluğun, düzensizliğin, hatta keşmekeşin egemenliğinde. Buna nüfus patlaması ve işsizliği eklerseniz, bir zamanlar Fransız azınlığa özgü Avrupalı yaşam tarzının yerini neden Doğulu toplumun mahalle baskısına bıraktığını daha iyi anlayabilirsiniz.
Kent eski mimari dokusunu korumakla birlikte hızla çoğalan Arap nüfusun elinde çirkinleşip kendi yazgısına terkedilmiş. Sokakları dolduran erkek kalabalığının içinde kaybolmuş, otuzlu yıllardan kalma eski ve bakımsız yapıların arasında ilk bakışta göze çarpmayan balkonlu, yüksek pencereli kolonyal evlerin, bahçe içindeki tek tük villaların hali acıklı. Arapları hep küçümsemiş, hatta hor görmüş Cezayirli Fransızların dünyasına tanık olan bu evler içler acısı durumda. Denize inen palmiyeli caddelerdeki tek tük kahveler, lokantalar da öyle. Kimse sahip çıkmamış bu mirasa, kent hoyrat ve cahil bir kalabalığın elinde yozlaşıp yoksullaşmış, sokaklar işsiz gençlerle çember sakallılara, peçeli kadınlarla bürokratlara kalmış. Bir de içleri hınca hınç dolu külüstür otobüslere.
CEZAYİR YERİNDE SAYIYOR
Eski Fransız sömürgesi Cezayir onuruna düşkün, bağımsız bir ülke bugün, ama gelişeceğine yoksullaşmış, dışarıya açılacağına içine kapanmış, modernleşmeye ayak uyduramamış. Petrol başta olmak üzere zengin yeraltı kaynakları var ama refah yok. Halkı cana yakın ve konuksever, ne var ki işsiz, gençlerin büyük çoğunluğu yasadışı yollardan köşeyi dönmeye bakıyor. Gün boyu celabaları içinde karanlık bakışlı adamlar, güler yüzlü ama hırsız delikanlılar, dilenciler dolduruyor sokakları, gece ortalıkta kimseler görünmüyor. Belli ki yıllarca süren İslamcı şiddet canına okumuş ülkenin, bugün kontrol altına alınmış da olsa, yaşamı olumsuz yönde etkilemiş. Yalnızca şiddet mi? Tek parti yönetimi ve bürokrasi de, bağımsızlık savaşından sonra doğan umudu köreltip Cezayir’i eski sosyalist ülkelerin, “halk demokrasileri”nin konumuna getirmiş.
Bir zamanlar yolumun sıkça düştüğü siyah Afrika ülkelerinde, başlarında bir sepet ya da testiyle gece gündüz yürüyen kadınlar vardı. Nereye gider, hangi menzile ulaşmak için yol teperlerdi akıl erdiremezdim. Oran’daysa köşe başlarında bekleyen adamlar var. Ya avuç içi kadar bir dükkanın önünde ya da yıkık bir duvara sırtlarını dayayıp gece gündüz bekliyorlar. Kimi ve neyi, belli değil. Bu kentte kahveleri dolduran, zincirleme sigara içen, bir bardak nane çayıyla vakit öldüren işsizleri de gördüm; kıpırdamadan, konuşmadan sokağa bakanların kederine de tanık oldum. Oran’da Tanca’daki gibi gençlerin gün boyu denizi seyrettikleri bir “tembeller rıhtımı” yok belki, ama gelecekten umudu kesmiş, Avrupa’ya kapağı atabilmek için her şeyi (ölümü bile) göze almış yüz binlerce işsiz var.
Kentin ortasındaki Fransızlardan kalma katedrale İslamcı kitaplar satan bir sergi yerleştirilmiş, cemaatlerini yitiren eski İspanyol kiliseleriyle sinagog camiye dönüştürülmüş. Fransız işgaline dek Osmanlı yönetiminde kalan Oran’da (1708-1831) Türklerden miras tek yapı, kent beyi Muhammed bin El Kebir’in eski surlara konulmasını emrettiği bir kitabe: Hicri 1206’nın recep ayında taş üstünde taş bırakmayan bir deprem olduğu, “Muzaffer Selim Han” sayesinde kentin yeniden imar edileceği yazılı. Oysa, yeniden imar edilmek şöyle dursun, mevcut mimari dokusu da bozulmuş Oran’ın. Camus’nün “ölmenin bir hayli güç olduğu, denizinse ancak aramakla bulunabileceği”ni söylediği kent hoyrat ellerin insafına terkedilmiş.
İlk kez 1977’de, 26 yaşımın baharında gitmiştim Cezayir’e. 0 yıl, sonradan dostum olacak Raşit Bucedra’nin senaryosunu yazdığı, yönetmenliğini Muhammed Lakhdar Hamina’nin yaptığı Kor Yılları Günlüğü, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü almıştı. Cezayir’in geleceğinden umutluydum. Devrimci savaşımın yükseldiği, “bağızsızlık” kavramının yalnızca üçüncü dünya ülkelerinde değil Türkiye’de de anlam ifade ettiği yıllardı. Şimdiyse bir yol ayrımındayız. Türkiye Avrupa Birliği’ne aday, demokratik atılımlar içinde, Cezayir ise kendi başına, yalnız ve köktenci İslam’ın tehdidi altında.
“Cezayir, toplumsal ilerlemesini olumsuz etkileyen İslam’a bağlılığı, hiç bir zaman radikal çözümlere ulaşamayan devrimci girişimleri (sanayi ve toprak devrimi gibi), devlet aygıtında ağırlığını her geçen gün biraz daha duyuran bürokrasisiyle çelişkili bir ülke görünümünde. Kalkınmanın eşiğinde ama, devrimci bir aşama için gereken nitel sıçramayı başardığı söylenemez” diye yazmıştım o zaman. Bugün de aşağı yukarı aynı değerlendirme yapılabilir, oysa bir çeyrek yüzyıldan fazla süre geçmiş aradan. Boşuna havanda su dövülmüş, boş vaatler ve sözlerle 21.yy’a daha baştan yenik girmiş Cezayir.
FRANSIZ MAHALLESİ YAZGISINA TERK EDİLMİŞ
Camus’nün, II. Dünya Savaşı günlerinde yazdığı Veba’da anlatılan Oran neredeyse tümüyle bir Fransız kentidir. O zamandan bu yana çok şey değişti elbette, köprülerin altından çok su aktı. Cezayir, Fransa’ya karşı yürüttüğü ve diğer sömürge ülkelere de örnek olan kurtuluş savaşından sonra bağımsızlığına kavuştu. Ne var ki, giderek bir baskı rejimine dönüşen tek parti yönetimi ülkenin ne kalkınmasını sağlayabildi ne de dünyayla bütünleşmesini. Cezayir henüz hazmedemediği, görünüşten öteye geçemeyen yüzeysel demokrasisiyle ve yarım yüzyıla yaklaşan baskı rejimi yüzünden köktenci İslam’a yenik düşmek üzereyken toparlanmaya çalıştı. Oran’da bu toparlanma çabasının izlerini görmek mümkün ama, kent tıpkı Camus’nün romandaki gibi dışarıya açılımını ıskalamış, kendi içine kapalı bir görünüm sergiliyor. Veba’nın değilse bile yoksulluk ve yolsuzluğun, düzensizliğin, hatta keşmekeşin egemenliğinde. Buna nüfus patlaması ve işsizliği eklerseniz, bir zamanlar Fransız azınlığa özgü Avrupalı yaşam tarzının yerini neden Doğulu toplumun mahalle baskısına bıraktığını daha iyi anlayabilirsiniz.
Kent eski mimari dokusunu korumakla birlikte hızla çoğalan Arap nüfusun elinde çirkinleşip kendi yazgısına terkedilmiş. Sokakları dolduran erkek kalabalığının içinde kaybolmuş, otuzlu yıllardan kalma eski ve bakımsız yapıların arasında ilk bakışta göze çarpmayan balkonlu, yüksek pencereli kolonyal evlerin, bahçe içindeki tek tük villaların hali acıklı. Arapları hep küçümsemiş, hatta hor görmüş Cezayirli Fransızların dünyasına tanık olan bu evler içler acısı durumda. Denize inen palmiyeli caddelerdeki tek tük kahveler, lokantalar da öyle. Kimse sahip çıkmamış bu mirasa, kent hoyrat ve cahil bir kalabalığın elinde yozlaşıp yoksullaşmış, sokaklar işsiz gençlerle çember sakallılara, peçeli kadınlarla bürokratlara kalmış. Bir de içleri hınca hınç dolu külüstür otobüslere.
CEZAYİR YERİNDE SAYIYOR
Eski Fransız sömürgesi Cezayir onuruna düşkün, bağımsız bir ülke bugün, ama gelişeceğine yoksullaşmış, dışarıya açılacağına içine kapanmış, modernleşmeye ayak uyduramamış. Petrol başta olmak üzere zengin yeraltı kaynakları var ama refah yok. Halkı cana yakın ve konuksever, ne var ki işsiz, gençlerin büyük çoğunluğu yasadışı yollardan köşeyi dönmeye bakıyor. Gün boyu celabaları içinde karanlık bakışlı adamlar, güler yüzlü ama hırsız delikanlılar, dilenciler dolduruyor sokakları, gece ortalıkta kimseler görünmüyor. Belli ki yıllarca süren İslamcı şiddet canına okumuş ülkenin, bugün kontrol altına alınmış da olsa, yaşamı olumsuz yönde etkilemiş. Yalnızca şiddet mi? Tek parti yönetimi ve bürokrasi de, bağımsızlık savaşından sonra doğan umudu köreltip Cezayir’i eski sosyalist ülkelerin, “halk demokrasileri”nin konumuna getirmiş.
Bir zamanlar yolumun sıkça düştüğü siyah Afrika ülkelerinde, başlarında bir sepet ya da testiyle gece gündüz yürüyen kadınlar vardı. Nereye gider, hangi menzile ulaşmak için yol teperlerdi akıl erdiremezdim. Oran’daysa köşe başlarında bekleyen adamlar var. Ya avuç içi kadar bir dükkanın önünde ya da yıkık bir duvara sırtlarını dayayıp gece gündüz bekliyorlar. Kimi ve neyi, belli değil. Bu kentte kahveleri dolduran, zincirleme sigara içen, bir bardak nane çayıyla vakit öldüren işsizleri de gördüm; kıpırdamadan, konuşmadan sokağa bakanların kederine de tanık oldum. Oran’da Tanca’daki gibi gençlerin gün boyu denizi seyrettikleri bir “tembeller rıhtımı” yok belki, ama gelecekten umudu kesmiş, Avrupa’ya kapağı atabilmek için her şeyi (ölümü bile) göze almış yüz binlerce işsiz var.
Kentin ortasındaki Fransızlardan kalma katedrale İslamcı kitaplar satan bir sergi yerleştirilmiş, cemaatlerini yitiren eski İspanyol kiliseleriyle sinagog camiye dönüştürülmüş. Fransız işgaline dek Osmanlı yönetiminde kalan Oran’da (1708-1831) Türklerden miras tek yapı, kent beyi Muhammed bin El Kebir’in eski surlara konulmasını emrettiği bir kitabe: Hicri 1206’nın recep ayında taş üstünde taş bırakmayan bir deprem olduğu, “Muzaffer Selim Han” sayesinde kentin yeniden imar edileceği yazılı. Oysa, yeniden imar edilmek şöyle dursun, mevcut mimari dokusu da bozulmuş Oran’ın. Camus’nün “ölmenin bir hayli güç olduğu, denizinse ancak aramakla bulunabileceği”ni söylediği kent hoyrat ellerin insafına terkedilmiş.
İlk kez 1977’de, 26 yaşımın baharında gitmiştim Cezayir’e. 0 yıl, sonradan dostum olacak Raşit Bucedra’nin senaryosunu yazdığı, yönetmenliğini Muhammed Lakhdar Hamina’nin yaptığı Kor Yılları Günlüğü, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü almıştı. Cezayir’in geleceğinden umutluydum. Devrimci savaşımın yükseldiği, “bağızsızlık” kavramının yalnızca üçüncü dünya ülkelerinde değil Türkiye’de de anlam ifade ettiği yıllardı. Şimdiyse bir yol ayrımındayız. Türkiye Avrupa Birliği’ne aday, demokratik atılımlar içinde, Cezayir ise kendi başına, yalnız ve köktenci İslam’ın tehdidi altında.
“Cezayir, toplumsal ilerlemesini olumsuz etkileyen İslam’a bağlılığı, hiç bir zaman radikal çözümlere ulaşamayan devrimci girişimleri (sanayi ve toprak devrimi gibi), devlet aygıtında ağırlığını her geçen gün biraz daha duyuran bürokrasisiyle çelişkili bir ülke görünümünde. Kalkınmanın eşiğinde ama, devrimci bir aşama için gereken nitel sıçramayı başardığı söylenemez” diye yazmıştım o zaman. Bugün de aşağı yukarı aynı değerlendirme yapılabilir, oysa bir çeyrek yüzyıldan fazla süre geçmiş aradan. Boşuna havanda su dövülmüş, boş vaatler ve sözlerle 21.yy’a daha baştan yenik girmiş Cezayir.