Sefa KAPLAN
Son Güncelleme:
Panama’da ve Meksika’da ilk göze çarpan keskin çelişkiler
Ortodoks dünyasının ruhani lideri Patrik Bartholomeos’un ziyaretleri vesilesiyle adım attığımız Panama, üç milyon nüfusuyla küçük bir ülke ve plajlarını saymazsak eğer tek turistik yeri de Panama Kanalı. Meksika ise uçsuz bucaksız toprakları ve 20 milyonluk başkenti Mexico City ile ayrı bir dünya.
’Ben gidip başıma belalar aramışım, o kalıp Mevlá’sını bulmuş’ diyordu ya Attilá İlhan, bizimkisi biraz da o hesaptı işte. Hayır, yanımızda Ortodoks dünyasının ruhani lideri Patrik Bartholomeos, Estonya Metropoliti Stefanos, Aynaroz sakini Rahip Lukas, Patrikháne’den Peder Yuakim Billis gibi isimler bulunduğu için "bela" bizden bir hayli uzak bile kabul edilebilirdi hatta.
Ama ilk kez adım attığımız Orta Amerika ülkesi Panama’daki çelişkiler, bir başka "bela"nın giderek yaklaştığını haber veriyordu belki de.
Pasifik kıyısında bulunan Panama City’de, Manhattan’ı taklit etmek için çabalayan gökdelenler ilk göze çarpan şey olsa da o gökdelenlerin arasında yer alan tek odalı gecekondular dikkat çekmekte gecikmiyor. Bu kadar keskin bir ayrım, durup dururken rahatsız ediyor işte insanı. Bu rahatsızlık, nemli havayla birleşince, birdenbire bastırıp birdenbire duran tropikal yağmurlar bile yeterince serinletemiyor ortalığı.
UZAKTAN UZAĞA URFA
İspanyolların ilk adım attığı yere bugün "eski" Panama deniliyor. Daracık sokakları, o daracık sokakların açıldığıküçük meydanlarıyla uzaktan uzağa Urfa’yı hatırlatıyor kentin bu yöresi. Bir yanda Başkanlık Sarayı, bir yanda muhteşem mimarisiyle Katolik kilisesi ve bütün bunların arasında, kapı önüne konulmuş döküntü koltuklarda televizyon izleyen yerli Panamalılar.
Plajlarını bir kenara bırakacak olursanız eğer Panama’nın yegane turistik yeri Panama Kanalı. Yıllar önce ilkokul kitaplarında Hikmet Feridun Es’ten okumuştuk ya, aynen öyle çalışıyor Kanal. Yine de, Kanal’ın yapılış hikáyesini perdede izlemek son derece etkileyici. Hele, Kanal’ın yönetim yeri, tam bir uzay gemisini andırıyor. Zaten dışarıdan uzay gemisine benzemediği de söylenemez doğrusu. Dev yük gemilerini açılıp kapanan havuzlar vasıtasıyla bu kadar yükseltip göle bırakmak inanılmaz gibi görünüyor ama Kanal’da yapılan da bundan başka bir şey değil.
AZTEKLERİNİ ARAYAN KENT
Panama City’nin insanı boğan nemine inat Mexico City bahara hazırlanır gibiydi bütün her şeyiyle. Yine de bu, havaalanından kente giden paralı otoyolda, "camiyon / kamyon" kelimesini görünce şaşırmamıza engel olmadı.
Daha fazla şaşırmak içinse kente girip hemen her şeyin mübalağalı bir biçimde büyük olduğunu farketmemiz gerekti. Kentin ortasında üçerden altı şeritli yollar, yolların kıyısında en az yirmi kişinin rahatlıkla oturabileceği dev banklar, dev bayraklar, dev binalar vardı. Kaldığımız Camino Real Oteli’nin resepsiyonunun uzunluğu da inanılır gibi değildi doğrusu. Muhtemelen Aztekler’den ve Aztekler’den önce Meksika uygarlığının mimarı olan Teotihuacan’lardan kalma bir gelenek bu.
Öte yandan, tıpkı Panama’da olduğu gibi inanılmaz bir çelişki Mexico City’i de kuşatmış durumda. Kentin çevresi, İstanbul’un veya Ankara’nın yıllar önceki görünümünü andıran gecekondularla kaplı. Meksika’da da orta sınıf yok. Zenginler ve yoksullar, keskin çizgilerle ayrılmış birbirinden.
Keskin çizgilere hiç mi hiç ihtiyaç göstermeyen bir şey ise bütün ülkeye damgasını vurmuş olan İspanyol kültürü. Öyle ki, Aztekler’den veya Teotihuacan’lardan kalma birkaç antik eser sayılmazsa, ülkenin binlerce yıldır İspanyol kültürüyle haşır-neşir olduğunu düşünebilirsiniz rahatlıkla. Turistik amaçlarla muhafaza edilen Aztek dansları bile, kılık-kıyafet dışında İspanyol kültürünün ağırlığını taşıyor.
Buna rağmen, Mexico City’nin hemen dışında yer alan ve "Piramitler" olarak bilinen antik kent son derece etkileyici. Hemen herkes Azteklere ait zannetse bile, "Güneş" ve "Ay" isimleriyle anılan iki ayrı piramit ve ortalarındaki "Ölüm Caddesi," Teotihuacan’lardan kalma. Dünyanın üçüncü yüksek piramiti olan "Güneş Piramidi"nin merdivenlerini tırmanmaya nefesiniz yeterse eğer, tepede sizi bekleyen kuşbakışı manzara ve merdivenlerin yukarıdan görünüşü karşısında "Ölüm Caddesi"nin anlamını biraz daha iyi kavramanız mümkün. Turistik eşya satıcılarının yapışkanlığı ise Kapalıçarşı veya Sultanahmet hasretinizi giderebilir bir süreliğine.
EN KALABALIK KENT
Mexico City’de mutlaka görülmesi gereken yerlerden birisi de Guadalupe Bazilikası olmalı. Rivayetlere göre, Bakire Guadalupe’un göğsünde her gece güller açmaktadır. Ama piskoposlardan hiçbiri inanmaz genç kıza. O da bir gün, din adamlarının karşısına geçip üzerindeki giysiyi sıyırır ve göğüslerindeki güller dökülür yere. Bugün orada mermer bir heykeli yer alıyor genç kızın. Adına yapılan bazilika ise olağanüstü mimarisi ile göz kamaştırıyor. Kızlarının elinden tutup ülkenin dört bir yanından buraya koşup gelen ailelerin tek dileği ise çoktan azize katına yükseltilmiş bulunan Guadalupe’nin çocuklarına himmet etmesi. Bir bakıma, bizim Telli Baba’nın kadın versiyonu gibi.
Kentin bağımsızlığını simgeleyen "Angel / Melek" anıtı ise kısa bir Meksika tarihi niteliği taşıyor. Savaş, barış, bağımsızlık, yasa ve adalet dönemlerini sembolize eden figurler anıtın dört bir yanını süslüyor. Bu da dünyanın en yüksek sütunu. Londra’nın Trafalgar Meydanı’ndaki Amiral Nelson Anıtı’ndan daha yüksek yani.
Mexico City’nin dünyanın en kalabalık kenti olduğunu söylememiş miydik yoksa? Attilá İlhan üstadımıza itiraz ediyormuşuz gibi olmasın ama, kalan değil de gidendir belki de asıl Mevla’sını bulan...
Bilhassa Meksika’da!
Ama ilk kez adım attığımız Orta Amerika ülkesi Panama’daki çelişkiler, bir başka "bela"nın giderek yaklaştığını haber veriyordu belki de.
Pasifik kıyısında bulunan Panama City’de, Manhattan’ı taklit etmek için çabalayan gökdelenler ilk göze çarpan şey olsa da o gökdelenlerin arasında yer alan tek odalı gecekondular dikkat çekmekte gecikmiyor. Bu kadar keskin bir ayrım, durup dururken rahatsız ediyor işte insanı. Bu rahatsızlık, nemli havayla birleşince, birdenbire bastırıp birdenbire duran tropikal yağmurlar bile yeterince serinletemiyor ortalığı.
UZAKTAN UZAĞA URFA
İspanyolların ilk adım attığı yere bugün "eski" Panama deniliyor. Daracık sokakları, o daracık sokakların açıldığıküçük meydanlarıyla uzaktan uzağa Urfa’yı hatırlatıyor kentin bu yöresi. Bir yanda Başkanlık Sarayı, bir yanda muhteşem mimarisiyle Katolik kilisesi ve bütün bunların arasında, kapı önüne konulmuş döküntü koltuklarda televizyon izleyen yerli Panamalılar.
Plajlarını bir kenara bırakacak olursanız eğer Panama’nın yegane turistik yeri Panama Kanalı. Yıllar önce ilkokul kitaplarında Hikmet Feridun Es’ten okumuştuk ya, aynen öyle çalışıyor Kanal. Yine de, Kanal’ın yapılış hikáyesini perdede izlemek son derece etkileyici. Hele, Kanal’ın yönetim yeri, tam bir uzay gemisini andırıyor. Zaten dışarıdan uzay gemisine benzemediği de söylenemez doğrusu. Dev yük gemilerini açılıp kapanan havuzlar vasıtasıyla bu kadar yükseltip göle bırakmak inanılmaz gibi görünüyor ama Kanal’da yapılan da bundan başka bir şey değil.
AZTEKLERİNİ ARAYAN KENT
Panama City’nin insanı boğan nemine inat Mexico City bahara hazırlanır gibiydi bütün her şeyiyle. Yine de bu, havaalanından kente giden paralı otoyolda, "camiyon / kamyon" kelimesini görünce şaşırmamıza engel olmadı.
Daha fazla şaşırmak içinse kente girip hemen her şeyin mübalağalı bir biçimde büyük olduğunu farketmemiz gerekti. Kentin ortasında üçerden altı şeritli yollar, yolların kıyısında en az yirmi kişinin rahatlıkla oturabileceği dev banklar, dev bayraklar, dev binalar vardı. Kaldığımız Camino Real Oteli’nin resepsiyonunun uzunluğu da inanılır gibi değildi doğrusu. Muhtemelen Aztekler’den ve Aztekler’den önce Meksika uygarlığının mimarı olan Teotihuacan’lardan kalma bir gelenek bu.
Öte yandan, tıpkı Panama’da olduğu gibi inanılmaz bir çelişki Mexico City’i de kuşatmış durumda. Kentin çevresi, İstanbul’un veya Ankara’nın yıllar önceki görünümünü andıran gecekondularla kaplı. Meksika’da da orta sınıf yok. Zenginler ve yoksullar, keskin çizgilerle ayrılmış birbirinden.
Keskin çizgilere hiç mi hiç ihtiyaç göstermeyen bir şey ise bütün ülkeye damgasını vurmuş olan İspanyol kültürü. Öyle ki, Aztekler’den veya Teotihuacan’lardan kalma birkaç antik eser sayılmazsa, ülkenin binlerce yıldır İspanyol kültürüyle haşır-neşir olduğunu düşünebilirsiniz rahatlıkla. Turistik amaçlarla muhafaza edilen Aztek dansları bile, kılık-kıyafet dışında İspanyol kültürünün ağırlığını taşıyor.
Buna rağmen, Mexico City’nin hemen dışında yer alan ve "Piramitler" olarak bilinen antik kent son derece etkileyici. Hemen herkes Azteklere ait zannetse bile, "Güneş" ve "Ay" isimleriyle anılan iki ayrı piramit ve ortalarındaki "Ölüm Caddesi," Teotihuacan’lardan kalma. Dünyanın üçüncü yüksek piramiti olan "Güneş Piramidi"nin merdivenlerini tırmanmaya nefesiniz yeterse eğer, tepede sizi bekleyen kuşbakışı manzara ve merdivenlerin yukarıdan görünüşü karşısında "Ölüm Caddesi"nin anlamını biraz daha iyi kavramanız mümkün. Turistik eşya satıcılarının yapışkanlığı ise Kapalıçarşı veya Sultanahmet hasretinizi giderebilir bir süreliğine.
EN KALABALIK KENT
Mexico City’de mutlaka görülmesi gereken yerlerden birisi de Guadalupe Bazilikası olmalı. Rivayetlere göre, Bakire Guadalupe’un göğsünde her gece güller açmaktadır. Ama piskoposlardan hiçbiri inanmaz genç kıza. O da bir gün, din adamlarının karşısına geçip üzerindeki giysiyi sıyırır ve göğüslerindeki güller dökülür yere. Bugün orada mermer bir heykeli yer alıyor genç kızın. Adına yapılan bazilika ise olağanüstü mimarisi ile göz kamaştırıyor. Kızlarının elinden tutup ülkenin dört bir yanından buraya koşup gelen ailelerin tek dileği ise çoktan azize katına yükseltilmiş bulunan Guadalupe’nin çocuklarına himmet etmesi. Bir bakıma, bizim Telli Baba’nın kadın versiyonu gibi.
Kentin bağımsızlığını simgeleyen "Angel / Melek" anıtı ise kısa bir Meksika tarihi niteliği taşıyor. Savaş, barış, bağımsızlık, yasa ve adalet dönemlerini sembolize eden figurler anıtın dört bir yanını süslüyor. Bu da dünyanın en yüksek sütunu. Londra’nın Trafalgar Meydanı’ndaki Amiral Nelson Anıtı’ndan daha yüksek yani.
Mexico City’nin dünyanın en kalabalık kenti olduğunu söylememiş miydik yoksa? Attilá İlhan üstadımıza itiraz ediyormuşuz gibi olmasın ama, kalan değil de gidendir belki de asıl Mevla’sını bulan...
Bilhassa Meksika’da!