Mehmet YAŞİN
Son Güncelleme:
Namık Kemal, Mağusa’yı hiç sevmemişti o günden bugüne çok şey değişmiş
Geçen hafta, KKTC’ye yaptığım gezinin Lefkoşa ve Girne bölümlerini anlatmıştım. Bu hafta sizi Güzelyurt’un limon, greyfurt bahçelerinden başlayan bir tura çıkaracağım. Aşkla kurulan, Arapların, Cenevizlerin, Osmanlı’nın izlerini taşıyan Gazi Mağusa’ya uğrayacağız. Karpaz’ın kilometrelerce uzanan plajlarından geçip, özgür eşeklerin dolaştığı ıssız noktalarına uzanacağız.
Girne’de tırmanmadık yokuş, görmedik tarihi eser kalmayınca, bu güzel kentle vedalaşmanın zamanı geldi. Kentin en güzel otellerinden Merit Crystal’deki odamın balkonunda önce güneşi yolcu ettim. Deniz öyle güzel menevişlendi ki, gözümü uzun süre guruptan ayıramadım. Muhteşem renkler gökyakut gibiydi; önce gece mavisine, sonra koyu laciverde ve sonunda siyaha dönüştü. İşte o an, yıldızlar teker teker gökyüzündeki yerlerini aldı. Bu görüntüye birkaç kuş öterek eşlik etti. Denizden esen yel, sıcağı daha dayanılır kıldı. Akdeniz’in kızı Girne’ye, bir kez daha aşık olduğumu hissettim.
Ertesi gün rehberimiz Fırat Oktar direksiyonu Güzelyurt istikametine kırdı. KKTC’nin en yeşil bölgesi, önemli su kaynaklarına sahipti. Limonun Akdeniz’deki başkenti, Kıbrıs’ın meyve bahçesiydi. Narenciye bahçeleri, kavun, karpuz tarlaları, sebze bahçeleriyle ülke ekonomisine büyük destek veriyordu.
KRISTINA’NIN HIRSIZ KEBABI
Biz, adanın tam ortasındaki boynuzun ucuna gidiyorduk. Koruçam’ın köy kasabı Bayan Kristina bize “Hırsız Kebabı” pişirecekti. “Yorgo Kasap Restoran’ı” kızı Maria’yla işletiyordu. Kebabı öylesine ünlüydü ki her yerden buraya koşturuyorlardı. Kristina kasaplığı babasından nasıl öğrendiğini anlatırken kuzu budunu parçaladı, kebabı hazırlayıp, özel fırına attı.
Kebap pişinceye kadar Maria bize köy turu attırdı. Kırık Türkçesi ile geçmişi anlattı. Yüz yıllık kilisenin papazıyla tanıştırdı. Hatta Rumca şarkılar söyledi. Lokantaya döndüğümüzde kebap kıvamını bulmuştu. Çoban salatası ve buz gibi bira eşliğinde “Hırsız Kebabını” iştahla yedik. Ayrılık vakti gelince Kristina’yı aradık. Lokantanın esintili bir köşesinde uyuyordu. Uyandırmaya kıyamadık. Rüyalarıyla başbaşa bırakıp, selamımızı kızı Maria’ya emanet ettik. Sessizce köyden ayrıldık.
GAZİ MAĞUSA’DA AŞK
Gezi programımızdaki diğer önemli durak Gazi Mağusa idi. Burası Akdeniz Bölgesinde, çok önemli tarihi bir limandı. Geçmişin kayıtçılarına bakılırsa, burayı eski Mısır krallarından II. Ptolemy Philadelphus kurmuş ve çok sevdiği karısı Arsione’nin adını vermişti. Yani kentin başlangıcında “aşk” vardı. Ama geçen yıllarla birlikte para, aşka ağır basmış, Mağusa, Akdeniz’in önemli bir ticaret merkezi olmuştu. Tüccar ülkeler burayı ele geçirebilmek için, güzelim kentin sokaklarını kana bulamışlardı. Araplar, Akdenizli korsanlar, Haçlılar, Cenevizliler, Venedikliler, Osmanlılar derken, kent tüm bu uygarlıkların eserleriyle süslenmişti.
Mağusa bir zamanlar “365 kiliseli kent” olarak anılıyordu. Bunların bir çoğu savaşlarda, depremlerde yerle bir olmuştu. Ama hala, Gotik mimarinin en güzel örneklerini sergileyen kiliselere rastlamak mümkündü. Sıcağın izin verdiği kadar gezindim. En çok Namık Kemal’in hapsedildiği zindanın önünde zaman geçirdim. Yazdığı “Vatan Yahut Silistre” adlı oyun yüzünden 1873 yılında Mağusa’ya sürgün edilen ünlü şair ve yazarın, burası hakkında yazdıklarını anımsamaya çalıştım. Yazar zindanda tuttuğu günlüklerde vapurdan indirilip, Mağusa’ya getirilişini, konulduğu mezara benzeyen küçük taş hücreyi, ince bir şilte üstünde geçirdiği geceleri anlatır. Namık Kemal, bu günlüklerde sadece zindan hayatını anlatmakla kalmaz, kenti her yönüyle anlatan bilgiler de verir. Bu notlardan iklimini, coğrafyasını, bitki örtüsünü, taşını toprağını, arı iriliğindeki sivrisineklerini, neredeyse timsah büyüklüğündeki kentenkelelerini öğreniriz. Yazara göre Mağosa’daki her şey olumsuzdur. Yaşanacak bir yer değildir.
Tüm bunlar 126 yıl öncesinin anılarıdır. O günden bu güne tüm olumsuzlar geride kalmış, Mağusa adanın en gözde kentlerinden biri olmuştur.
TALİHLİ EŞEKLER
Adadaki son yolculuğumuzu, bir parmak gibi Türkiye’ye doğru uzanan Karpaz Yarımadası’na yaptık. Önce turistik alan ilan edilen Bafra’dan geçtik. Burasının KKTC’nin Antalyası olması düşlenmişti. Büyük yatırımcılar “temalı oteller” yapmak için kolları sıvamıştı. Ben bir tek “Kaya Artemis” otelini gördüm, hayran kaldım. Diğerler oteller de tamamlandıklarında aynı güzelliği sergilerlerse, burası gerçekten ikinci Antalya olurdu.
Karpaz, Kıbrıs’ın yalnız topraklarıydı. Deniz kıyısında kilometrelerce uzanan bakir plajlar, yeşilliklerle kaplı el değmemiş tepeler huzurlu görüntüler sunuyordu. Bozuk yoldan kıvrıla kıvrıla gidip, Karpaz’ın en ucuna ulaştık. Önce dünyanın en özgür eşeklerini gördük. Yöreye özgü bu eşekler, sürüler halinde otluyorlardı. İnsanları yanlarına yaklaştırmayan bu vahşi eşekler, dayak yemek, yük altında ezilmek kaygısından uzakta, doğanın keyfini çıkartıyorlardı. Daha sonra Ortodoksların önemli ibadet merkezlerinden biri olan Apostol Andreas Manastırı’nı ziyaret ettik. Buradaki kutsal sudan içip, kimimiz sağlık, kimimiz para, kimimiz aşk ve mutluluk diledik. Biraz ilerideki Zafer Burnu’nda ada bitiyordu. Burnun hemen yanı başındaki “Deniz Kuşları” lokantasında, Akdeniz’e karşı bir güzel balık ziyafeti çektik. Burnun tam ucunda iki katlı, taş bir ev vardı. Evin pencerelerinden uçsuz bucaksız Akdeniz manzarası seyrediliyordu. İçinde kimlerin oturduğunu bilmediğim küçük evi seyredip, yalnızlık düşleri kurarak Kıbrıs gezimi noktaladım.
Dört günlük gezimin sonunda, Kuzey Kıbrıs’ın denizi, tarihi, güneşi, doğası ve lezzetli yemekleriyle çok güzel bir tatil diyarı olduğuna karar verdim. Üstelik fiyatların da ceplere fazla zarar vermediğini gözledim. Bu nedenle KKTC’yi tatil rotanıza yazmanızı öneririm.
Kebapta şeftali aramayın
Kıbrıs mutfağı, bugüne kadar topraklarında misafir ettiği kültürlerin etkisinde kaldı. Bu birikimi yorumlayıp, adaya özgü özel bir mutfak oluşturdu. Ada olmasına rağmen, balık hiçbir zaman ön plana çıkmadı. Kuzu ve kebaplar hep mutfağın baş köşesinde oturdu. Bunun en güzel kanıtını pazar günleri görmek mümkün. O gün tüm Kuzey Kıbrıslılar, çoluk çocuk kırlara gidip mangalda et kızartır. Dumanlar neredeyse adanın gökyüzünü kaplar, bütün ada kızarmış et kokar.
Türkiye’nin önemli gurmelerinden, KKTC’deki Merit otellerinin Yönetim Kurulu Başkanı Reha Arar, Kıbrıslıların üç öğününü şöyle özetledi: “Sabahları bizde reçel denen, burada macun diye adlandırılan tatlılar yenir. Macun hemen her sebzeden ve meyveden yapılır. En makbulü cevizdir. Kahvaltısında bal, meyve ve yoğurt da tüketilir. Öğle yemeği tencere ağırlıklıdır. Yer elmasını andıran Kolakas ve kuzu etiyle yapılan yemek, yine Kıbrıs’a özgü bir sebze olan Molehiya, bamya, musakka masaları süsleyen yemeklerin başında yer alır. Tabii börekleri de unutmamak gerekir. Hellimli, ıspanaklı, kabaklı, zeytinli, mantarlı, tahinli börekleri ve pirohi denen mantı yemek masalarının vazgeçilmezleridir. Akşam yemeği bir şölendir. 21.30’dan önce başlanmaz. Mezelerle açılır. Küçük tabaklarda zengin çeşit sunulur: Cacık, humus, süzme yoğurt, kurutulmuş et, fava, badem içi, adaya özgün turşular, haşhaş tohumu ve sarımsakla tatlandırılmış kırma zeytin, limonlu tahin... Daha sonra ara sıcaklar sökün eder: Bumbar dolması, hellim ızgara, ızgara siyah zeytin, zeytinyağlı sarma, kabak çiçeği dolması... Son olarak sıra ana yemeklere gelir. Ana yemekler çok lezzetli ama akşam yemeği için oldukça ağırdır. Örneğin Kıbrıs’ın en sevilen yemeği Şeftali Kebabı, yağlı kıymayla yapılmış köftelerin, kuzu gömleğine sarılarak ızgarada pişirilmesi ile hazırlanır. Tam bir kolesterol bombasıdır. Yine kuzu budundan hazırlanan fırın kebabı -bazı bölgelerde hırsız kebabı ve kleftiko diye de anılır-, küp kebabı, tavşan etinden hazırlanan Lalıngı çok lezzetli ancak hazmı zor yemeklerdir.
Kıbrıs mutfağının tatlıları da zengindir: Tatlı sini katmeri, samsı tel kadayıfı, Şam işi lokma, simit helvası, erişteli sütlaç... Kıbrıslı yemekte viski içmeyi tercih eder. Konyak içenlere de rastlanır. Şarap, özellikle rakı, yeni yeni masalara yerleşiyor.”
Ertesi gün rehberimiz Fırat Oktar direksiyonu Güzelyurt istikametine kırdı. KKTC’nin en yeşil bölgesi, önemli su kaynaklarına sahipti. Limonun Akdeniz’deki başkenti, Kıbrıs’ın meyve bahçesiydi. Narenciye bahçeleri, kavun, karpuz tarlaları, sebze bahçeleriyle ülke ekonomisine büyük destek veriyordu.
KRISTINA’NIN HIRSIZ KEBABI
Biz, adanın tam ortasındaki boynuzun ucuna gidiyorduk. Koruçam’ın köy kasabı Bayan Kristina bize “Hırsız Kebabı” pişirecekti. “Yorgo Kasap Restoran’ı” kızı Maria’yla işletiyordu. Kebabı öylesine ünlüydü ki her yerden buraya koşturuyorlardı. Kristina kasaplığı babasından nasıl öğrendiğini anlatırken kuzu budunu parçaladı, kebabı hazırlayıp, özel fırına attı.
Kebap pişinceye kadar Maria bize köy turu attırdı. Kırık Türkçesi ile geçmişi anlattı. Yüz yıllık kilisenin papazıyla tanıştırdı. Hatta Rumca şarkılar söyledi. Lokantaya döndüğümüzde kebap kıvamını bulmuştu. Çoban salatası ve buz gibi bira eşliğinde “Hırsız Kebabını” iştahla yedik. Ayrılık vakti gelince Kristina’yı aradık. Lokantanın esintili bir köşesinde uyuyordu. Uyandırmaya kıyamadık. Rüyalarıyla başbaşa bırakıp, selamımızı kızı Maria’ya emanet ettik. Sessizce köyden ayrıldık.
GAZİ MAĞUSA’DA AŞK
Gezi programımızdaki diğer önemli durak Gazi Mağusa idi. Burası Akdeniz Bölgesinde, çok önemli tarihi bir limandı. Geçmişin kayıtçılarına bakılırsa, burayı eski Mısır krallarından II. Ptolemy Philadelphus kurmuş ve çok sevdiği karısı Arsione’nin adını vermişti. Yani kentin başlangıcında “aşk” vardı. Ama geçen yıllarla birlikte para, aşka ağır basmış, Mağusa, Akdeniz’in önemli bir ticaret merkezi olmuştu. Tüccar ülkeler burayı ele geçirebilmek için, güzelim kentin sokaklarını kana bulamışlardı. Araplar, Akdenizli korsanlar, Haçlılar, Cenevizliler, Venedikliler, Osmanlılar derken, kent tüm bu uygarlıkların eserleriyle süslenmişti.
Mağusa bir zamanlar “365 kiliseli kent” olarak anılıyordu. Bunların bir çoğu savaşlarda, depremlerde yerle bir olmuştu. Ama hala, Gotik mimarinin en güzel örneklerini sergileyen kiliselere rastlamak mümkündü. Sıcağın izin verdiği kadar gezindim. En çok Namık Kemal’in hapsedildiği zindanın önünde zaman geçirdim. Yazdığı “Vatan Yahut Silistre” adlı oyun yüzünden 1873 yılında Mağusa’ya sürgün edilen ünlü şair ve yazarın, burası hakkında yazdıklarını anımsamaya çalıştım. Yazar zindanda tuttuğu günlüklerde vapurdan indirilip, Mağusa’ya getirilişini, konulduğu mezara benzeyen küçük taş hücreyi, ince bir şilte üstünde geçirdiği geceleri anlatır. Namık Kemal, bu günlüklerde sadece zindan hayatını anlatmakla kalmaz, kenti her yönüyle anlatan bilgiler de verir. Bu notlardan iklimini, coğrafyasını, bitki örtüsünü, taşını toprağını, arı iriliğindeki sivrisineklerini, neredeyse timsah büyüklüğündeki kentenkelelerini öğreniriz. Yazara göre Mağosa’daki her şey olumsuzdur. Yaşanacak bir yer değildir.
Tüm bunlar 126 yıl öncesinin anılarıdır. O günden bu güne tüm olumsuzlar geride kalmış, Mağusa adanın en gözde kentlerinden biri olmuştur.
TALİHLİ EŞEKLER
Adadaki son yolculuğumuzu, bir parmak gibi Türkiye’ye doğru uzanan Karpaz Yarımadası’na yaptık. Önce turistik alan ilan edilen Bafra’dan geçtik. Burasının KKTC’nin Antalyası olması düşlenmişti. Büyük yatırımcılar “temalı oteller” yapmak için kolları sıvamıştı. Ben bir tek “Kaya Artemis” otelini gördüm, hayran kaldım. Diğerler oteller de tamamlandıklarında aynı güzelliği sergilerlerse, burası gerçekten ikinci Antalya olurdu.
Karpaz, Kıbrıs’ın yalnız topraklarıydı. Deniz kıyısında kilometrelerce uzanan bakir plajlar, yeşilliklerle kaplı el değmemiş tepeler huzurlu görüntüler sunuyordu. Bozuk yoldan kıvrıla kıvrıla gidip, Karpaz’ın en ucuna ulaştık. Önce dünyanın en özgür eşeklerini gördük. Yöreye özgü bu eşekler, sürüler halinde otluyorlardı. İnsanları yanlarına yaklaştırmayan bu vahşi eşekler, dayak yemek, yük altında ezilmek kaygısından uzakta, doğanın keyfini çıkartıyorlardı. Daha sonra Ortodoksların önemli ibadet merkezlerinden biri olan Apostol Andreas Manastırı’nı ziyaret ettik. Buradaki kutsal sudan içip, kimimiz sağlık, kimimiz para, kimimiz aşk ve mutluluk diledik. Biraz ilerideki Zafer Burnu’nda ada bitiyordu. Burnun hemen yanı başındaki “Deniz Kuşları” lokantasında, Akdeniz’e karşı bir güzel balık ziyafeti çektik. Burnun tam ucunda iki katlı, taş bir ev vardı. Evin pencerelerinden uçsuz bucaksız Akdeniz manzarası seyrediliyordu. İçinde kimlerin oturduğunu bilmediğim küçük evi seyredip, yalnızlık düşleri kurarak Kıbrıs gezimi noktaladım.
Dört günlük gezimin sonunda, Kuzey Kıbrıs’ın denizi, tarihi, güneşi, doğası ve lezzetli yemekleriyle çok güzel bir tatil diyarı olduğuna karar verdim. Üstelik fiyatların da ceplere fazla zarar vermediğini gözledim. Bu nedenle KKTC’yi tatil rotanıza yazmanızı öneririm.
Kebapta şeftali aramayın
Kıbrıs mutfağı, bugüne kadar topraklarında misafir ettiği kültürlerin etkisinde kaldı. Bu birikimi yorumlayıp, adaya özgü özel bir mutfak oluşturdu. Ada olmasına rağmen, balık hiçbir zaman ön plana çıkmadı. Kuzu ve kebaplar hep mutfağın baş köşesinde oturdu. Bunun en güzel kanıtını pazar günleri görmek mümkün. O gün tüm Kuzey Kıbrıslılar, çoluk çocuk kırlara gidip mangalda et kızartır. Dumanlar neredeyse adanın gökyüzünü kaplar, bütün ada kızarmış et kokar.
Türkiye’nin önemli gurmelerinden, KKTC’deki Merit otellerinin Yönetim Kurulu Başkanı Reha Arar, Kıbrıslıların üç öğününü şöyle özetledi: “Sabahları bizde reçel denen, burada macun diye adlandırılan tatlılar yenir. Macun hemen her sebzeden ve meyveden yapılır. En makbulü cevizdir. Kahvaltısında bal, meyve ve yoğurt da tüketilir. Öğle yemeği tencere ağırlıklıdır. Yer elmasını andıran Kolakas ve kuzu etiyle yapılan yemek, yine Kıbrıs’a özgü bir sebze olan Molehiya, bamya, musakka masaları süsleyen yemeklerin başında yer alır. Tabii börekleri de unutmamak gerekir. Hellimli, ıspanaklı, kabaklı, zeytinli, mantarlı, tahinli börekleri ve pirohi denen mantı yemek masalarının vazgeçilmezleridir. Akşam yemeği bir şölendir. 21.30’dan önce başlanmaz. Mezelerle açılır. Küçük tabaklarda zengin çeşit sunulur: Cacık, humus, süzme yoğurt, kurutulmuş et, fava, badem içi, adaya özgün turşular, haşhaş tohumu ve sarımsakla tatlandırılmış kırma zeytin, limonlu tahin... Daha sonra ara sıcaklar sökün eder: Bumbar dolması, hellim ızgara, ızgara siyah zeytin, zeytinyağlı sarma, kabak çiçeği dolması... Son olarak sıra ana yemeklere gelir. Ana yemekler çok lezzetli ama akşam yemeği için oldukça ağırdır. Örneğin Kıbrıs’ın en sevilen yemeği Şeftali Kebabı, yağlı kıymayla yapılmış köftelerin, kuzu gömleğine sarılarak ızgarada pişirilmesi ile hazırlanır. Tam bir kolesterol bombasıdır. Yine kuzu budundan hazırlanan fırın kebabı -bazı bölgelerde hırsız kebabı ve kleftiko diye de anılır-, küp kebabı, tavşan etinden hazırlanan Lalıngı çok lezzetli ancak hazmı zor yemeklerdir.
Kıbrıs mutfağının tatlıları da zengindir: Tatlı sini katmeri, samsı tel kadayıfı, Şam işi lokma, simit helvası, erişteli sütlaç... Kıbrıslı yemekte viski içmeyi tercih eder. Konyak içenlere de rastlanır. Şarap, özellikle rakı, yeni yeni masalara yerleşiyor.”